Paris’te balayı

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
30 Ekim 2014 Perşembe

Kendinizi hiç yormadan iki aşk hikâyesi içinde dolaşarak kitap okumak ister misiniz? Öyle bir zamandaydım ve kitabın adı beni anında yakaladı.

Kadınsanız, kapağında el ele tutuşmuş bir çiftin figürü, Eyfel Kulesi ve uçuşan çiçekler olan bir kitap kapağı sizi kendine çekebilir; bana da öyle oldu. Üstelik adındaki iki büyülü sözcük de pırıl pırıl parlıyordu: Paris ve balayı. Balayı varsa müthiş bir aşk ve ardından evlilik de gelecekti kuşkusuz. Sonrasında da Paris sokaklarında dolaşılacaktı onlarla.     

“İyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, yoksullukta ve bollukta, ölüm bizi ayırana kadar…”  Kitabın giriş bölümü bu cümlelerden ibaret mi, demeyin… Daha ne olsun!

Liv ve David’in 2002’de balayı geçirmek için geldikleri Paris’te yaşadıklarıyla kendilerinden yıllar önce 1913’te Edouard ve Sophie’ nin yine aynı şehirde yaşadıklarının bir tabloda nasıl karşılaşacağını göreceksiniz romanda.

Aşkların, hangi dönemde olursa olsun insanları benzer şekilde etkilediğini, üzüntülerin aynı derin yaralara, sevinçlerin aynı coşkulara aktığını görünce şaşırmayacaksınız. Şaşıracağınız şey, zamanın insanlara oynadığı muzip oyunlar… Bunu asla fark edemiyoruz. Dokunduğumuz bir kapıya bizden önce kimlerin dokunduğunu, ikinci el eşya mağazalarında satılanları kimlerin kullandığını, o eşyaların hangi olaylara, yaşanan ne tür ayrıntılara şahit olduğunu hiç bilemeyiz.

Belki de bu sebeple bu tür araştırmalar sonucunda yazılan tatlı romanlar, güzel tesadüflerin büyüsüyle bizi etkilemeyi başarıyordur, kim bilir…

Sunay Akın’ın kitapları böyledir mesela… Büyük şehirlerde gördüğümüz tarihi binaların, köprülerin, geçitlerin; önemli yolların, hatta binaların ayrıntılarındaki gizli nakışların, izlerin kimler tarafından yapıldığını, kimlerin bu mekânlara ya da ayrıntılara dokunduğunu anlatır.

Bu romanda o kadar derin bir araştırma yapılmış mıdır yoksa yazar dinlediği bir hikâyeden yola çıkarak mı bu iki aşkı bir tablonun hikâyesinde birleştirmiştir bilmiyorum, bu tatta… Aşk, tehlikeli ve önemli bir değişimdir. Zevkli, belirsiz; belirsizliğiyle insanı içine daha çok çeken, uğraştıkça tadına daha çok varılan, tadına varıldıkça içindeki yeniliklerin yeniden keşfedildiği bir döngüdür. Her devinim, beraberinde kişinin kendiyle ilgili farklı ayrıntıları fark etmesini, sevdiğine daha çok bağlanmasını sağlar. İster yaşadığı deneyim hayal kırıklığı olsun ister deli bir coşku… Aşkların bitişinde bile yeni bir aşka yelken açılacağını bilir bu hikâyeleri yaşayanlar, yazanlar…

Bu tür iki aşk hikâyesini; farklı yüzyıllarda yaşanan kadın erkek ilişkilerini, sevgiyi, evliliği, evlilik ve aşktan ne anlaşıldığını çok tatlı bir dille, okuyucuyu hiç yormadan anlatan bir kitap bu…

Bir fincan sıcak kahveyi yavaş yavaş yudumlarken iki saat içinde okuyup bir solukta değil yavaş yavaş, tadına vara vara bitireceksiniz hem kitabınızı hem de kahvenizi…

Sonbaharda Paris’in ara sokaklarında, büyük kiliselerinde, barlarında, bohem gecelerinde kaybolacak, size hangi seçimleriniz ve kararlarınızın nasıl adımlar attırdığını düşünerek hayata gülümseyeceksiniz.