Yeni bir dünya savaşına ne kadar yakınız?

Bu sene insanlık tarihinin karanlık sayfalarından birini dolduran Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıldönümü. İnsan aklının bu denli yüceltildiği, doğaya karşı üstünlük kazanıldığı Aydınlanma Çağı’nın ardından devlet adamları emperyalist hırslara mağlup olup nasıl savaşa sürüklendiler? Bugün her türlü teknolojik imkâna rağmen, dört bir yandan gelen savaş haberleri, katliamlar yeni bir savaşın ayak sesleri sayılabilir mi? Geleceği yönelik ipuçlarını aramak için tarihte bir yolculuğa çıkıyoruz

Selin NASİ Diğer
10 Eylül 2014 Çarşamba

Bundan 100 sene önce ağustos ayında Avusturya Macaristan İmparatorluğu Veliaht Prensi ve eşinin bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiyle Avrupa’nın ittifaklar ağı çökerek, adeta bir bataklık gibi devletleri savaşın içine çekti. Dört sene süren savaş yaklaşık on yedi milyon can aldı. Koca bir nesil kaybedilirken, bir devre damga vurmuş Osmanlı, Avusturya Macaristan ve Rusya gibi imparatorlukların yıkılışına da tanıklık edildi. Savaşı bitiren anlaşmalar ise sağlam dayanaklar üzerine oturmaması, özellikle yenilen devletlere dayatılan onur kırıcı içerik sebebiyle ilkini aratmayan bir başka dünya savaşına zemin hazırladı.

Bugün dünyanın dört bir tarafında süren çatışmalar ve giderek tırmanan diplomatik krizlerin yeni bir dünya savaşına dönüşüp dönüşmeyeceği endişeyle izleniyor. Üstelik özellikle Ortadoğu bağlamında Birinci Dünya Savaşı’nda temeli atılmış (Sykes-Picot anlaşması gibi) birtakım sınırların “yanlış hesap Bağdat’tan döner” misali yeniden şekillendiği bir dönemdeyiz. Ortadoğu’da kangren olmuş İsrail-Filistin sorunu, Suriye ve Irak’ı kasıp kavuran İslam Devleti terörü, Rusya’nın Avrupa’da önce Kırım sonra Ukrayna üzerinden yürüttüğü genişleme politikası, bir taraftan Çin’in Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları bir kıvılcımla patlamaya hazır kriz alanlarından bazıları.

İnsan hayatına yön veren siyasi, ekonomik, teknolojik ve düşünsel gelişmeler ışığında bugün, yüz sene öncesine kıyasla çok farklı bir uluslararası yapı, yaşayış ve anlayış var. Öte yandan kriz alanlarına yönelik yaklaşımlar ve çözümsüzlükler de bir o kadar ürkütücü paralellikler içeriyor. Tarih tekerrürden ibaret midir yoksa hatalardan ders alınarak insan yapımı felaketlerin önüne geçilebilir mi? Dilerseniz, Birinci Dünya Savaşı’na giden sürecin parametreleri ile içinde yaşamakta olduğumuz düzenin benzerlikleri ve farklılıkları üzerinden bir resim çekelim ve olasılıkları birlikte değerlendirelim.

 

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİDEN YOL

Birinci Dünya Savaşı’na devletleri sokan başlıca etken olarak, ulusal bütünlüğünü geç tamamlayan İtalya ve Almanya’nın siyasi ve iktisadi bölüşümden pay almak maksadıyla sisteme son sürat girişinin yarattığı emperyalist rekabet gösterilir. Emperyalizm dalgasını endüstriyel dönüşüm başlatmış kıta Avrupa’sının salt ekonomik pazar arayışları olarak görmek ise aslında eksik bir anlatımdır.

Aydınlanma Çağı’nda filizlenen insan aklının doğaya üstünlüğü fikri 20.yüzyıla doğru giderek pekişmiş, pozitif bilimdeki ilerlemeler, keşifler ve icatlar ile insanoğlunun kendine güveni giderek artmıştı. Siyasal iktidar gücünün kolonilerin sayısı ile ölçüldüğü dönemde, Fichte ve Schelling’in ilham verdiği milliyetçilik hareketleri, Gobineau’nun savunduğu beyaz ırkın üstünlüğü iddiası ve sosyal Darwinizm kol kola yürüdü. Fethedilen yeni topraklara medeniyet götürme ve misyonerlik söylemi sömürgeleşmeyi meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı.

Bu arka planda ‘üzerinde güneş batmayan ülke’ olarak anılan Büyük Britanya’nın (İngiltere) ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu çok kutuplu bir dünya sistemi işliyordu. Devletler arası ticaret, hükümdarlar arasındaki aristokrat kan bağı (Ör: İngiltere ve Almanya Kralı’nın kuzen oluşları), Alman Başbakanı Otto von Bismark’ın kişiliğinde hayat bulan ve siyasi dengeleri titizlikle gözeten diplomatik ilişkiler, Avrupalı devletler arasında karşılıklı bağımlılık sağlıyor ve dolayısıyla bir dünya savaşını ütopik kılıyordu. Ne var ki kısa sürede donanma gücü ve endüstriyel üretim düzeyi ile kendisini yakalayan Almanya’yı rakip olarak görmeye başlayan İngiltere, Fransa ve Rusya ittifak arayışlarına girdi. Bismark sonrası siyasi geleneği sürdüremeyen Almanya da onu izledi. Çok geçmeden Avrupa’da “Düşmanını kendine yakın tut!” anlayışı yerini “Düşmanımın düşmanı dostumdur!” düşüncesine bırakacak ve devletler arası ikili anlaşmalar çıkan ilk krizde tuzak görevi görerek ülkeleri savaşa sürükleyecekti.

 

LİDERLİĞİ SORGULANAN SÜPER GÜÇ VE ULUSLARARASI DENGELER

Bugünle paralellik kurarsak, her ne kadar tek kutuplu bir sistem dahi olsa, zamanın Büyük Britanya’sına benzer şekilde ekonomik büyüme hızı yavaşlamış, dünya siyasetinde içe dönük ve caydırıcılığı giderek sorgulanan bir süper gücün hükmettiği düzende yaşıyoruz. The Economist dergisinin 22 Ağustos’ta yayınladığı veriler 2021 yılına gelindiğinde Çin’in GDP bakımından ABD’yi geride bırakacağına işaret ediyor. Bu sebeple ABD’nin önceliği ekonominin yeniden yapılanmasına vermiş olması, alternatif enerji kaynaklarına yatırıma yönelmesi ve savunma bütçesinde kısıntıya gitmesi daha bir anlam kazanıyor. Ancak tüm bu gelişmeler bir dünya savaşının çıkacağı sonucuna varmak için yeterli değil.

 

KÜRESELLEŞME VE KARŞILIKLI BAĞIMLILIK

20. yüzyılla kıyaslarsak bugünün dünyasını farklı kılan unsurların başında küreselleşme geliyor. Siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda her türlü değişimin gelişen bilgi teknolojisi sayesinde dünyanın dört bir yanına son sürat yayılması, karşılıklı bağımlılığı kırılganlık düzeyine yükseltiyor. Bu sebeple devletler attıkları adımları daha dikkatli sorgulayarak çatışmadan kaçınıyorlar. ABD-Çin örneğinden yürürsek, 2014 yılı verilerine göre ABD, Çin’in en büyük ikinci ticaret ortağı. Çin ihracatının büyük bir bölümünü ABD’ye yaparken, finansal açıdan Amerikan bono ve tahvillerine yatırım yaparak ABD ekonomisini ayakta tutuyor. Bu dengenin ne kadar devam edeceği bir yana, çökmesi durumunda tüm dünyadaki merkez bankalarında bulunan dolar rezervleri de düşünüldüğünde, küresel boyutta bir finansal felaket yaşanacağını öngörmek mümkün.

 

STATÜKOYA MEYDAN OKUYAN AKTÖRLER

1914’le karşılaştırdığımızda bir diğer benzerlik, mevcut düzenin yani statükonun kendi çıkarlarına uygun şekilde değişmesi için harekete geçen aktörlerin varlığı. Örneğin, Çin Kasım 2013’te Güney Çin Denizi üzerinde, komşularıyla ihtilaflı adaları da kapsayacak şekilde hava savunma sahasını (ADIZ) tek taraflı olarak genişlettiğini duyurdu. ABD her ne kadar Çin’in kararını tanımadığı göstermek amacıyla askeri uçaklarını bölgeye gönderse de yolcu uçaklarının rotalarını güvenlik sebebiyle değiştirmelerini sağladı. Bu gelişmelerin ardından geçtiğimiz günlerde Çin’in Güney Çin Denizi üzerinde ABD Hava Kuvvetleri’ne ait Boeing P-8 Poseidon uçağı ile Çin’e ait bir avcı uçağı burun buruna gelince tüm dünya nefesini tuttu. ABD’nin Çin’e nota verdiği olayın ertesinde Çin Savunma Bakanı Sözcüsü, ABD’den topraklarını izlemeyi bırakmayı onun yerine askeri işbirliği için pozitif çaba göstermesini talep etti. Ancak hava savunma bölgesine dair kararından geri adım da atmadı.

Benzer bir şekilde marttan bu yana önce Kırım’ı kurşun atmadan ülkesine ilhak eden Rusya ‘Yeni Rusya-Novorossiya’ politikası üzerinden Doğu Ukrayna’daki Rusya yanlısı militanlara askeri destek vererek ülkeyi istikrarsızlığa sürüklüyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin konuşmalarında, Sovyetler Birliği’nin dağılması ardından kurulan liberal demokratik düzenin Rusya aleyhine onur kırıcı şekilde işletildiğinden dem vurarak, bunu düzelteceklerini vurguluyor. Ama nasıl? Rusya’nın Doğu Ukrayna’yı ele geçirmesi durumunda bir sonraki hedef bu kez Rus kökenli vatandaşların yaşadığı Moldova’nın TransDinyester bölgesi ve hatta Baltık ülkeleri mi olacak?

 

JEOPOLİTİĞİN GERİ DÖNÜŞÜ

Bir taraftan sınırları ortadan kaldıran küreselleşme devam ederken, diğer yandan jeopolitik yani sınırlar üzerinden iktidar savaşı dünya sahnesine geri dönüyor. Bunda kapitalizmin küresel ölçekte tıkanma sinyalleri vermesi, giderek artan enerji ihtiyacı, düşük maliyetli üretim alanları ve pazar arayışlarının da etkisi var. Ancak kitlelerin mobilizasyonu açısından milliyetçi söylemin giderek daha fazla kullanıldığı da bir diğer gerçek.

Ortadoğu’da ise enerji kaynakları ve stratejik geçiş yollarına hakim olma savaşı dini ve mezhepsel aidiyetlik üzerinden destek buluyor. Bölgesel sorunlar, çatışan grupların ardında kendi öz çıkarlarını güden devletlerin varlığıyla vesayet savaşlarına dönüşmüş durumda. Hal böyleyken çözüm için savaşan tarafları masaya oturtmanın ötesinde onlara destek veren gölge devletleri de uzlaşmaya razı etmek gerekiyor.

ULUSLARARASI KURUMLAR VE İTTİFAK İLİŞKİLERİ

Dünya savaşlarının ertesinde kolektif güvenlik sağlama amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütler zaman içinde güç hiyerarşisinin izdüşümü haline gelmesi sebebiyle meşruiyetini yitiriyor. Güçlü devletlerin veto haklarıyla karar alma mekanizmalarını kilitlemeleri hakkaniyet açısından etkin bir işleyişe engel oluyor. Dolayısıyla, uluslararası kurumlar giderek caydırıcı kararlar almaktan uzak, tartışma platformlarına dönüşüyorlar.

Yirminci yüzyılın başında ülkeler arasındaki ikili-üçlü savunma anlaşmalarının zincirleme kaza misali müttefikleri nasıl savaşa sürüklediği düşünülürse, bugün de aynı riskler devam ediyor. Örneğin, ABD ile Japonya arasındaki savunma anlaşması Çin ile olası bir krizin kontrolden çıkması durumunda ABD’yi savaşa girmekle prestijini yerle bir edecek şekilde geri adım atmak arasında seçim yapmak zorunda bırakabilir.

Yine NATO ittifakı çerçevesinde ortak tehdide karşı toplu müdahale öngören 5. madde işletildiği takdirde, müttefikleri istemedikleri bir savaşa taraf haline getirebilir. Ukrayna’nın NATO üyesi olması durumunda bugün bambaşka bir gündemi konuşuyor olurduk.

 

YENİ BİR DÜNYA SAVAŞI GERÇEKÇİ Mİ?

Tüm bu benzerlikler ve farklılıklar üzerinden dünyanın topyekûn savaşa sürüklenmesini engelleyecek elimizde ne gibi unsurlar var bir de ona bakalım. Realist paradigma açısından devletleri savaşa yönlendiren sebeplerin başında karşılıklı güvensizlik ve öngörülemezlik gelir. Haberleşme teknolojilerinin bu denli geliştiği hatta ardarda istihbarat skandallarının patlak verdiği şu günlerde birbirini dinlemeyen devlet yok gibi. Bundan yüz sene önce askeri seferberlik hazırlıkları casuslar aracılığıyla öğreniliyorsa, bugün Rusya’nın Doğu Ukrayna sınırına kaç birlik yığdığı, sınırdan kaç tank geçirdiği an be an uydular aracılığıyla izleniyor. Dolayısıyla aktörler birbirilerinin niyetleri hakkında daha net bilgiye sahipler. Bu da gereksiz maceraların önünü kesecek ve önlem almak açısından zaman kazandıracak bir etken.

Ülkelerin savaş kararı ardında daima bir kazanım beklentisi olduğundan yola çıkarsak, bugün liberal düzen daha önce bahsettiğimiz karşılıklı bağımlılık ilişkileri sebebiyle savaşın maliyetini bir hayli yükseltmiş durumda. Hatta Ukrayna örneğinin gösterdiği gibi ekonomik çıkarların zarar görmemesi adına devletler kuralların çiğnenmesine göz yumabiliyor, kendilerini de acıtacak gerekli adımları atmaktan çekinebiliyor.

Bugün için dünya savaşını kazananı olmayan bir girişim yapan diğer unsur ise elbette nükleer bir dünyada yaşıyor olmamız. Nükleer silahların çekileceği bir savaş bırakın kazananı, insan neslinin haritadan silinmesi anlamına gelir. Dolayısıyla liderlerin rasyonel bir tercihle böyle bir sona insanoğlunu sürüklemeyeceklerini düşünmekle beraber; özünde nihilist cihatçı hareketlerin nükleer silahlarla donatıldığı bir felaket senaryosu da film olmaktan daha yakın. Mücadelenin yolu ise işbirliğini artırarak kolektif güvenliği sağlamakla yükümlü uluslararası örgütlerin yeniden yapılandırılmasından geçiyor. Dünya savaşlarının trajedisinden alınacak en büyük ders belki de tek başımıza değil birlikte daha güçlü olduğumuzdur.