“Sokak sanatının gücü özgürlüğünde”

Duvara adını yazmak gibi küçük bir düşünceden yola çıkarak evrensel bir sanata dönüşen graffitiler, Roxane Ayral’ın küratörlüğünde Pera Müzesi’nde hayat buldu

TUNA SAYLAĞ Sanat
27 Ağustos 2014 Çarşamba

Sokak sanatı ne kadar çok yere yayılırsa, oralarda yaşanan hayat bir o kadar renklenir!” diyen Roxane Ayral’ın bir düşü bu sergiyle gerçekleşti. Duvar resimlerinden nasibini almamış İstanbul gibi bir metropolde, graffitiyi yaygınlaştırmak amacıyla kalkıp Paris’ten gelen sanatçı, iki yıllık bir çalışma ve Pera Müzesi’nin ona duyduğu güvenin desteğiyle bu zorlu işin altından başarıyla kalktı. Kendisiyle graffiti sanatının dünü ve bugününü paylaştık…

Pera Müzesi’ndeki bu çalışmanız ilk küratörlük deneyiminiz mi, profesyonel/amatör (Fransa ve Türkiye’deki) sanat yaşamınızdan biraz söz eder misiniz?

2010’da İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması bahanesiyle ilk küratörlük adımlarımı attım diyebilirim. İlk deneyimim The Hall’da, fotoğraf sanatçısı Koray Erkaya’nın sergisiyle başladı ve Galeri Baraz ile hazırladığımız sergilerle devam etti. 14-15 yaşımdan beri takip ettiğim graffiti ve sokak sanatını bir meslek haline getirebileceğimden emin değildim o dönemlerde. Bu tarz büyük bir projeye atılmadan ve risk almadan biraz pişme dönemi tanıdım sanırım kendime. Kısa zamanda, küratörlük veya başka bir meslek adı altında, beni ben yapan graffiti ve sokak sanatından başka bir şeyle ilerlemek istemediğimi anladım ve Pera Müzesi’nde izleyebileceğiniz sergi çıktı ortaya. Sanırım doğru kararı almayı başarmışım!

Dünyanın her yerinden gelmiş sanatçılar var sergide; bu seçimi hangi kıstasa göre yaptınız?

Graffiti ve sokak sanatı benim için çok duygusal bir konu, çok uzun zamandır hayatımın önemli bir parçası, fakat sergi hazırlıklarına kadar, sanatçılarla birebir tanışma ihtiyacı duymuyordum. İşlerin kendilerine kaptırmıştım sanırım kendimi. En başta kabarıkça, her konuya ilgi duyan bir insanın hayatında görmek ve tanışmak isteyebileceği bir liste çıktı ortaya. Bu listeyle beraber ne anlatmak istediğime karar verdim: Türkiye’de ilk sergi olacaktı ve çevremde pek çok duymaya başladığım ‘Banksy’ isminden daha öncesi olduğunu anlatmak ilk hedefimdi. Bir de halen “Vandalizm mi? Sanat mı?” konusunu gündeme getirip, sokakta hayat bulan bu ifade şeklinin nereden geldiğini, kimlerle başladığını ele almak istedim. Amacım asla sokakta yaşayan bir sanatı içeri sıkıştırmak olmadı, aksine, sokakta olup bitene izleyiciyi yakı nlaştırmak oldu.

Sanatçı seçimi, ilerlediğim bu yolda işler ve sahipleri ile kurulan ilişkilerle yavaş yavaş örüldü. Sergide ismi geçmeyen diğer tüm isimlere de ışık tutabilecek bir seçim oluşturmaya çalıştım.

Kültür ve teknik çeşitliliği, sokakta yer alan sanatın gücünü oluşturuyor, bu nedenle en önemli kriterlerden biri de bu yelpazeyi renkli tutmak oldu.

Bir sokak sanatı olan graffitinin ortak bir felsefesi var mıdır? Her graffiti bir tema ya da mesaj içerir mi?

Graffiticiler isimlerini yazarlar. Yani aslında “Ben varım” demenin bir yolu bu! İlk günlerinden bugüne kadar baktığınızda, çoğu graffitici boyamaya ergenlik döneminde başlamıştır, yani kimliğini oturtma, kim olduğunu anlama çabasında olduğu dönemde. Daha geç başlayanlar için de bir arayış dönemine denk gelmesi çok yüksek ihtimal. Sergide C215’in gerçekleştirdiği portrelerin her biri kızı Nina’ya ait mesela ve bu portrelere eşlik eden röportajı, kendini kızı ve sanatı sayesinde nasıl bulduğunu anlatıyor.

Sokaklara ismini yazma eyleminin bir içgüdü olduğunu düşünüyorum. Sonrasında kendini kabul ettirme ve saygı duyulma ihtiyacı geliyor. 70’lerin sonlarında, trenlerde gördüğümüz graffitilerin nedeni şehrin bir ucundan diğer ucuna dolaşıyor olmaları ve kendi aralarında graffiticilerin birbirlerinden haberdar olmalarını sağlıyordu. Graffitinin Hip Hop kültürü ile birleştiği nokta ise beni çok etkiliyor: Güç kavgasına bir son vermek adına gençlerin sanatlarıyla (graffiti, rap, break dance…) dalaşmaları ve aralarında bu şekilde üstünlük ve saygı edinmeleri.

Farklı kültürlerden doğan ihtiyaçlara göre felsefeler ufak farklılıklar gösterse de, kendini bulmanın güzel bir yolu gibi geliyor graffiti temelinde.

Günümüzde graffiti artık bir sanat olarak kabul ediliyor ama birçoğu, sanatın önemli bir vasfı olan ‘kalıcılıktan’ (tahrip edilebildikleri ya da tekrar üzerleri boyanabildikleri için) yoksun; bu sizce bir çelişki yaratmıyor mu?

İnsanoğlunun elde etme ihtiyacından kaynaklanıyor bence bu çelişki. Oysa anı yaşamaktan bahsediyor tüm dünya artık! Sanatı da, elde etmeden, sadece o an orada keyfini çıkarmayı öğrenebilirsek pek bir çelişki kalacağını sanmıyorum.

Devir değiştikçe bazı kodların da değişiyor olmasını ben normal buluyorum. Kemikleşmiş bazı alışkanlıkların değişmekte zorlanacağını biliyorum ama ‘geçici’ özelliğe sahip bu sanatın da etkisi oldukça kalıcı aslında!

Dünya da kalıcı duvarların sayısı da gittikçe çoğalıyor bir yandan. Elde edilemiyor olsalar da, herkesin beğenisine açık kalıyorlar. Bu durumda, esas nokta, sanatın sadece belirli bir kitleye değil, herkese açılıyor olması değil mi?

Sokakların başkaldırısı olarak başlayan bu yolculuk, bugün  ‘Çağdaş kent sanatı’ mertebesine ulaştı; bu iki dönem arasında grafitti neler görüp geçirdi?

Bu sorununuzun cevabı, sergide Herakut ikilisinin enstalasyonunda, “Graffiti sokak sanatının babasıdır ama sokak sanatı graffiti değildir” gibi bir yazıda saklı aslında. Sokak sanatı, graffitiyi çatısı altına aldı zaman içinde, ama her şey graffiti ile başladı. Hatta en başta ‘Tag’ dediğimiz imzalar vardı, zamanla gelişerek kaligrafik stil kazandılar. Kişisel var oluş çabası küreseleştikçe mesajlar daha geniş kitleye hitap etmeye ve sokak sanatı olarak tanınmaya başladı. Yazılar, resim haline geldikçe kitleler tarafından kabul gördü ve duvarlar cephe oldu. Farklı kuşaklar birbirlerini etkiledikçe iş doğal akışında gelişti ve bugünkü haline ulaştı. Yolculuğun bittiğini hiç sanmıyorum…

Graffiticilerin adlarını gizleyip ‘nick’ kullanma sebepleri nedir?

En önemli nedeni, graffitinin kamusal alanda halen suç olmasıdır diye düşünüyorum. Ama birçok graffitici, süper kahramancılık oynadığını söyler genç yaşından beri. Ve tabii bir alt kültür olarak doğan graffitinin ilk çabası kendi aralarında haberleşmekti. Cope2’nun graffiticiler arasında bilinmesi önemliydi, bu ismin arkasındaki Fernando’nun değil.

Bir diğer yandan, az önce de söylediğim gibi, kendini bulma çabasında, anne babanın verdiği isimle değil kendi seçtiği isimle var olmak, kendini yeniden yaratmak olabilir. Tilt gibi birçok graffitici artık özel hayatında kendine seçtiği ismi gerçek isminden daha çok kullanıyor.

Tüm dünyada illegal olarak doğan graffitinin legalleşme süreci writer’ların yaratıcılığını, doğallığını sizce etkiledi mi?

Bazılarını etkilemiş olabileceğini düşünüyorum, evet. Bu kişiliğe ve işe başlama nedenine çok bağlı oluyor genelde. Sadece legalleşme veya maddi kazanç sağlaması değil, graffiti ve sokak sanatının ulaştığı nokta, bazı insanlara geçici bir modayı takip etmek gibi çekici geliyor sanırım. Ama her işte olduğu gibi zamanla yaratıcılığını ve doğallığını koruyamayanlar eleniyor. Buna sadece sanatçılar değil hepimiz dâhiliz…

Graffiti ve sokak sanatının gücü, her şeyin kontrol altında olduğu bir dünyada, ehlileştirilemez yapısıyla halen özgürlüğün varlığına dair bir ışık tutuyor olması bence… Ve bunu kaybetmeyeceğimiz umuyorum.

Pera Müzesi işbirliğiyle Türkiye’de bir ilki gerçekleştirdiniz; bununla ilgili hislerinizi, düşüncelerinizi paylaşır mısınız?

Bu soru için teşekkür ederim! Bu sergiyi ilk kafamda oturtmamdan açılış gününe kadar yaklaşık 2,5-3 sene geçti. Farkında olmadan hayatımın orta noktasına taşıdım bu projeyi. Pera Müzesi ekibi ve sanatçılar ile arkadaşlarımdan daha sık buluşur ve payl aşır oldum! Hepimiz için çok değerli ve kalıcı bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Kendi adıma, gücün birlikten doğduğunu bir kez daha anlamış oldum ve bu beni çok mutlu ediyor!

Duygusallığın çok yoğun olduğu bir deneyimdi ve bir ilki gerçekleştiriyor olmayı düşünmekten ziyade devamında neler olacağını merakla bekliyorum. Baştan beri en büyük isteğim tuval yerine sanatçıların seyahat etmesiyle kalıcı ilişkilere neden olabilmekti. Daha önce söylediğim gibi işin devamı esas sokaklarda yaşanıyor olacak.

Müze açısından düşünüldüğünde ise, kimsenin cesaret edemediği bir alana adım attıkları için Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na asla yeterince teşekkür edemeyeceğim! Kalıplaşmış, herkese rahat gelen bazı kodları kırma cesaretinin büyük bir başarı olduğunu düşünüyorum!

 

Tekinsiz sokaklardan sanat müzesine graffitinin kısa tarihi

Tarih 1960’lar… Fonda müzik eşliğinde İstanbul’un insan eli değmemiş bakir yeşil bir tepesi… Göksel Arsoy Belgin Doruk’a olan aşkını haykırmak için kelimeler kifayetsiz kalmış, bir çakıyla yanı başındaki ağaca bir kalp, içine de sevgiliyle kendi adının baş harflerini nakşediyor. Çok ilkel de olsa, bana göre işte size erken dönem bir yerli graffiti. Zaman içinde onu, duvarlara çiziktirilen “Ayşe Ali’yi seviyor” itirafı takip ediyor. Ülkenin siyasi iklimi bozulduğu zaman ise, izdüşümü duvarlara yansıyor: “Kahrolsun Faşizm” ya da “Komünistlere ölüm”... Yaşı tutanlar bilir; 1980 öncesinde Türkiye’nin tenha sokak duvarları gece yarıları, renkli boyalarla, yap-kaç şeklinde yazılan politik sloganlara boğulurdu. Zaten o yüzdendir ki, ortalama bir Türk insanı hiçbir zaman sokak çizimlerine sıcak bakmamış, olayı anarşistlerin, sokak çetelerinin işi olarak yorumlamıştı.

Ancak o günlerden bugüne köprünün altından çok sular aktı. Geçmişi ilkçağ mağara resimlerine dayanan, 1970’lerde New York’ta azınlık Afrika ve Latin Amerika kökenli gençlerin “Biz de buradayız” demelerinin bir yolu olarak ortaya çıkan bu başkaldırı çığlığı, zaman içinde dilini, amacını ve sanatsal özelliklerini zenginleştirerek toplumsal bir değer kazandı. Bu fenomen bizde de, Almanya’da yeraltı kültürüne ilgi duyan Türk gençleri aracılığıyla 90’lı yıllardan itibaren yaygınlaştı. Günümüzde graffiti artık çağdaş bir sanat olarak tanımlanmış olup hakkında çok sayıda belgesel, sergi ve kitap yapılıyor.

 

İstanbul’daki sergiyi kimler ‘tag’ledi…

Asansör kapılarından koridorlarına kadar müzenin her köşesi graffitilerle boyalı. Pera Müzesi ve Roxane Ayral bu renkli sergi aracılığıyla bizleri farklı kültürlere ait, değişik tarzları olan 17 uluslararası ve yerli beş isimle buluşturuyor. ABD, Almanya, Fransa, Japonya ve daha birçok ülkeden gelen Futura, Mare 139, Cope 2, Turbo, Wyne, JonOne, Tilt, Mist, Psyckoze, KR, Herakut, Funk ve No More Lies bu isimlerden bazıları.

Sanatçıların hepsi ne yapacaklarına İstanbul’u, müzeyi ve kendilerine ayrılan duvarları gördükten sonra karara verdiler. Farklı stiller yan yana geldi. Mesela figüratif işleriyle bilinen Herakut ikilisi ile soyut graffitinin öncüsü Futura’nın alanları yan yana düşünce beraber çalışma imkânı buldular. Sergide Tilt’in renkli minibüsü, C215’in kızı Nina’nın portreleri, Carlos Mare’nin metal heykelleri ve Türk sanatçıların bir AVM inşaatında meydana gelen yangın sonucu ölen 11 işçinin dramını irdeleyen graffitiler öne çıkıyor.

Ayrıca Hugh Holland, Martha Cooper ve Henry Chalfant isimli fotoğrafçıların yapıtları da görülmeye değer.  Sergide gösterilen videoları izlemenizi öneriyorum. Özellikle Paris’in yer altı mezarlarında, graffitilerin nasıl yapıldığını gösteren video çok ilginç.

Sergi alanı müze ile sınırlı değil yalnızca… Sokağa çıktığınızda şehrin duvarlarına dikkatlice bakın; her an bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Abbasağa Parkı, Ihlamurdere Caddesi, Ortaköy ve Levent Kültür Merkezi gibi mekânlar bu etkinliğin birer parçası…

Sergi, 5 Ekim’e kadar açık; bu tarihe kadar gezemezseniz biliniz ki, bir daha aynı eserleri görme fırsatı bulamayacaksınız, çünkü bütün duvarlar boyanıp eski haline dönecek, çalışmaların birçoğu yok olacak. Bu da bana göre işin hüzünlü kısmı…