“Aslolan iyi müziktir”

Her şeyin baş döndürücü hızla değiştiği günümüzde, kurumsal şirketlerde başarının anahtarı olarak doğaçlamanın ön planda olduğu caz müziği orkestralarının örnek alınması tavsiye ediliyor.

Selin SEVİNDİREN Sanat
20 Ağustos 2014 Çarşamba

Tabii ki bu bir benzetme, şirket çalışanlarının müzisyen olması beklenmiyor elbette. Fakat gelin görün ki karşımızda tam da bu teşbihin gerçek hayattaki örneği duruyor. Çok uluslu bir şirkette kariyer merdivenlerini sağlam adımlarla tırmanmış ve aynı zamanda grubuyla bir caz albümü çıkarmış piyanist Selim Benba

 

Ekşi Sözlük’te ‘hem işte hem müzikte başarıları tartışılmaz’ deniyor onun için. İki farklı uzmanlık alanı geliştirdiğinden, farklı disiplinlerde düşünebilmesinden kaynaklanıyor olsa gerek bu başarı. Doğasında doğaçlama olan caz yaratıcılık, uyum, dikkat, çabukluk ve esneklik gerektiriyor. Bunlar da şüphesiz uluslararası bir şirkette üst düzey bir yöneticide aranan özelliklerden. Selim Benba ile caz kariyeri ön planda olmakla birlikte hayat hikâyesini konuştuk.

 Bugün, kurumsal bir şirket veya bir caz kulübü için değil de, kendin için bir CV hazırlayacak olsan hangi yönünü ön plana çıkarırdın?

Müzik hayatımın bir parçası olarak devam etse de, tahsilini daha çok gördüğüm ve zamanımın çok daha büyük bir bölümünde uğraş verdiğim iş hayatımı ön plana çıkarırdım. Son üç sene zarfında müziğe ayırdığım süre gittikçe azaldı, günün ancak yarım saatini müziğe ayırabiliyorum; bu yüzden kendimi profesyonel müzisyen olarak lanse etmem müzisyenliğe saygısızlık olur. Bir gündüz işine girerek aslında tercihimi yirmi yıl evvel kullanmıştım. Hayatımı müzikten kazanmamakla birlikte müzikle yaşamaya devam ediyorum diyelim.

 Müzikle yolculuğun nasıl başladı? Neden caza yöneldin?

Altı yaşında piyano çalmaya başladım. İlk iki sene annemden ders aldıktan sonra profesyonel bir öğretmenden ders almayı istedim. 10-12 sene boyunca disiplinli bir klasik müzik eğitimi gördüm. Klasik müzik çok sofistike bir müzik. Çok erken yaşta başlanıyor ve 6-7 yaşlarındaki bir çocuk için soyut kalabiliyor. Çaldığın Bach veya Mozart güzel ama aslında o müziğin altında gerçekten ne yattığını kavramak için o yaşlar çok erken. Aşırı mükemmeliyetçi ve yoğun bir eğitim alıyorsun. On ay boyunca aynı Mozart sonatını çalıp sonra da konser veriyorsun. Bu bir müddet sonra demotive edici, sıkıcı bir hal alıyor. Her ne kadar öğretmenime müteşekkir olsam da, 16 yaşıma geldiğimde varıp varabileceğim yerin beni tatmin etmeyeceğine karar verdim. 1980’lerin ortalarında mükemmel bir baterist olan arkadaşım İzzet Hiçkalmaz ile Dostluk’ta pop müzik çalmaya başladık, aynı zamanda birçok müzikale grup olarak eşlik ettik. Lisede senfonik rock çalmaya, grubumla konserler vermeye ve besteler yapmaya başladım. Klasik müzik eğitimim ve müzik kulağım sayesinde caz çalma potansiyelim olduğunu fark ettim. Kendimi sahnede Tahsin Ünüvar, Önder Focan, Sibel Köse, Nezih Yeşilnil, Şenova Ülker, Deniz Dündar gibi Türkiye’nin önde gelen caz sanatçılarının yanında piyano çalarken buldum. Aynı zamanda Pat Metheny, Wynton Marsalis, Scott Hamilton gibi dünyaca ünlü müzisyenlerle jam session’lar vesilesi ile birer/ikişer parça çalarak bile olsa aynı sahneyi paylaşma fırsatı buldum. Üniversite döneminde haftanın her gecesi değişik ekiplerle sahneye çıkıp, hayatımı kazanıyordum.

 Hayatını neden bu şekilde devam ettirmedin?

Müzikten para kazanılmaz derler ya, bu bence yanlış bir klişe. Müzikle gayet güzel hayat kurulur. Dünyada ve Türkiye’de caz müzisyenliğini meslek olarak seçerek, eğitmenlik, sahne ve stüdyo müzisyenliği yaparak mütevazı fakat onurlu, mutlu ve kendi ile barışık bir hayat süren birçok değerli caz müzisyeni var. Fakat ben kişisel tercihimi 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun olduktan sonra iş hayatına atılmaktan yana kullandım. Ancak uzunca bir süre çeşitli caz kulüplerinde haftada üç-dört akşam çalmaya devam ettim. 90’ların sonunda müthiş müzik kulağı olan ve yaratıcı fikirlere sahip arkadaşım gitarist Sıtkı Sırtanadolu ile bu fikirlerin hayata geçirilmesi etabında benim teorik müzik bilgim ve klasik eğitimim sayesinde bir sinerji yarattık. 2005 yılında SPIN grubunu kurduk. Konserler verdik, ara ara kadroda müziğimizin gereksinimlerine göre değişiklikler yaptık; derken sekiz özgün bestemiz oldu ve 2006 yılında ‘İlk’ adıyla bir albüm çıkardık. Bu tempoyla devam ederken 2009’da yurtdışı pozisyon teklifini geri çeviremedim. O zamandan beri yalnızca Türkiye’ye tatile geldiğim zamanlarda aktif olarak müzik yapabiliyorum. SPIN, Selim Benba Beşlisi ve diğer formatlarda Nardis Jazz Club’da senede iki-üç konser veriyorum.

 Doğaçlama bir solo sırasında zihninden neler geçer ya da neler hissedersin?

Kelimelerle tarif edemem. Zaten ifade edemediğim için müzik oluyor. Hislerime gelince, her soloda başka bir his doğuyor, günden güne değişiyor. Zaten caz da böyle ortaya çıkıyor. Her defasında farklı şekilde hissedeceksin ve çalacaksın ki caz olsun.

  Aynı parçayı farklı ritim veya modlarda çaldığın oluyordur. Kendini en rahat ifade edebildiğin stil hangisi?

Standart caz formatı yani, 1955-65 yılları arasında çalınan klasik caz benim en haz aldığım tarz.

  Kendi bestelerin var mı?

Beste konusunda bir iddiam yok, kendime ait iki-üç parçam var. İlk albümümüzde bir bestem vardı. Bu arada önümüzdeki bir-iki yıl içinde çıkmak üzere ikinci albüm hazırlıklarına başladık.

 Parlak bir kariyerin var. Müzikle sadece bir hobi olarak ilgilendiğini söylemek haksızlık olacak. İkisini nasıl bir arada götürüyorsun?

İktisadi tabirle biriktirdiğimden yiyorum. Yıllar boyu sahnede çalarak belli bir deneyimim ve aşinalığım oluştu, bisiklete binmek gibi. Fakat bir yandan teknik seviyemi korumanın mücadelesini veriyorum. Konserden bir-iki ay önce çalışma saatlerimi arttırıyorum, mutlaka repertuvarıma yeni üç-dört parça ekliyorum.

 İki farklı uzmanlığın olmasının avantajlarını yaşıyor musun?

Önce Türkiye Siemens Sağlık Sektörü’nün finans direktörlüğü, ardından Viyana’da Orta ve Doğu Avrupa Bölgesi (19 ülke) Sağlık Sektörü’nün finans direktörlüğünü yaptım. Şimdi de yine Siemens Sağlık Sektörü’nün Japonya’daki CFO’luğu pozisyonundayım. Müzikte gerekli olan vasıflar ile iş hayatındaki gereksinimlerin çok ortak yanı var. Sahnede çalarken gruptan biri planda olmayan çok güzel bir şey yapabilir, bu durumda onu takip edebilmek ve bu güzel müzikal fikrin gelişmesine katkıda bulunmak gerekir. Ya da tam tersine bir grup elemanı sahnede çalarken bir hata yapabilir. Bu durumda onu toparlamayı becerebilmek gerekir. “Kontrbasçı sen yanlış notadasın, ama ben kendi bildiğim gibi gideceğim” deme şansın yok. Durumu seyirciye fark ettirmeden düzeltmek, iş hayatında kriz yönetimi yapmak ile durumsal olarak çok benzeşiyor. Yaratıcılık, takım çalışması ve pozitif yaklaşıma olan ihtiyaç, bunlar yine müzik ve kurumsal hayatın ortak yönleri.  Mesela nasıl müzikte yeni tema, beste yaratma varsa, kurumsal hayatta da iş geliştirme var. Ya da nasıl caz yaparken etrafı, diğer grup elemanlarını dinlemek gerekiyorsa, yönetici olarak ta çalışanları dinlemek ve pozitif bir etkileşimde bulunmak elzemdir.

  Peki ya iş hayatından müziğe aktardığın faydalar var mı?

İş hayatındaki organizasyon, disiplin, planlama yetilerinle müziğini besleyebilirsin. Müzikte her şeyi şansa bırakmak olmaz. İşte bir fikri nasıl kârlı bir hale döndürmek üzerine çabalıyorsan, bir projenin maceradan mı ibaret kalacağını iyi analiz ediyorsan, müzikte de rasyonel kararlar vermen gerekiyor. Özellikle sahnede doğaçlama yaparken aklına bir fikir geldiğinde ne kadar riskli olacağını hesap etmeli, gerekirse durmalısın.

 

Caz müzisyeni olmak klasik müzisyen olmaktan daha mı zor?

Hepsinin ayrı zorlukları var. Cazda hem enstrümana hâkim olmalısın hem de sürekli yaratıcı olmalı, kendini tekrarlamamalısın. Sıkıcı olmamak için kendini hep tazelemelisin. Klasik müzikte ise bir başyapıtın hakkını vererek güzel bir şekilde çalmak çok zor bir hadise.


Sahneye çıktığında kurumsal kimliğin de seninle mi geliyor?

Kesinlikle hayır. Bu konuya özellikle dikkat ederim. Müziğe olan saygım bunu gerektirir. İş hayatımla müzik hayatımın arasında bir çizgi vardır. İkisi birbirini besler, doğrudur, ama bunu bir prestij meselesi yapıp ortaya koymam. Siemens’te üst düzey yönetici de olsan, “Piyano çalıyor ama doğru ve güzel çalabiliyor mu?” diye sorarlar adama. Sahnede kimse senin kartvizitine bakmaz, ne kadar ciro yaptığının bir önemi yoktur. O gün işten atılmış olabilirsin ama gecesine mükemmel bir sahne performansı gösterebilirsin, ya da yıllık hedefini tutturamadığın zaman bir gece önceki sahne başarının hiçbir önemi yoktur. ‘Ay ne güzel ikisini de’ klişesini hiç sevmem. Ayrıca kendimi müzikte orta seviyede görüyorum. Mühim olan kubbede hoş seda bırakmak. Müzik yaparken hem ben kendimi iyi hissedeyim, hem dinleyenler.

Bu cevaptan sonra Selim Benba’ya aslında kendisinin hem bir caz piyanisti hem de Siemens’te üst seviye yönetici olmasından etkilenerek röportaj yapmak istediğimi çekinerek belirtmek zorunda kaldım. Mütevazılığının altını çizeceğime söz verdim, fakat söz konusu ‘Ay ne güzel ikisini de’ başarısını geçiştiremeyeceğimi beni affetmesi gerektiğini söyledim. Hemen ardından aslında bu işi sınıflandırmamak gerektiğini belirtti ve önemli olanın kim olduğunla ilgili değil, iyi müzik yapmakla ilgili olduğunun altını çizen bir anekdot paylaştı.

“Geçen yaz Burgazada’da Aya Nikola’nın önünden yürürken eşim Deniz ile - kendisi müthiş bir klasik müzik dinleyicisidir, en az benim kadar kulağı vardır -  bir davul zurna sesi duyduk. Sesin peşine düştük. Bir Alevi Kürt düğünü varmış meğer. Davulcu ve zurnacı şahane çalıyor. Orada yarım saat kalakaldık. Bu kadar otantik, bu kadar öz, bu kadar gerçek, bu kadar estetik bir hadise olamaz. Bu hazzı her zaman caz müziğinden almanın garantisi yoktur. Müzikal ve ‘şeytan tüyü’ olmayan, sıradan bir caz müzisyenini dinlemektense, içten, keyif alarak ve gusto ile çalan/söyleyen bir sazcıyı dinlemekten daha çok zevk alırım.

Hakkı verilerek çalınmış bir davul/zurnayı, ikinci/üçüncü sınıf bir senfoni orkestrasının çaldığı vasat ve ‘gerçek’ olmayan bir Beethoven senfoniye tercih ederim. Aslolan iyi müziktir.”