Sıkı bir yumruk

Onur BEHRAMOĞLU Köşe Yazısı
23 Temmuz 2014 Çarşamba

Babam öldü, dedim kendi kendime. Durumu anlamak ve bir an önce işe koyulmak için ihtiyacım vardı bu hatırlatmaya. Bir keder ve bir aciliyet hissine ihtiyacım vardı yani.”

“İnsan bir dönem gözlerini gerçeklere kapatmış, bazı budalalıklar yapıp kendini kandırmanın binbir yolunu bulmuşsa, bütün bunları anlatırken kendinden birinci tekil şahıs olarak söz etmesi zordur.”

“Hayallerim ve cesaretimi besleyen veciz sözler olmasa, sürdürdüğüm bu hayata tutunmakta zorlanacağımı o zamanlar bilmiyor ancak seziyordum.”

“Ne dünyaya hâkim olmak istiyor, ne dünyadan kaçıyor ne de onu baştan çıkarmaya çalışıyordu. Evet, sırrı buydu! Mira, sadece yürüyordu. O yürürken dünya oradaymış, değilmiş, onun için, Mira için, bunun önemi yoktu sanki. Ama önemsememesinin tılsımlı bir etkisi vardı.”

“Birini tanımak istiyorsak en az üç kuşağın izini sürmeliymişiz, bunu söyleyen Freud’du. Beni tanımak için babamı tanımanız gerekir, zaten babam dururken beni tanımak sizlere o kadar eğlenceli gelmeyecektir. Dedem olacak herifse ailemizdeki en ilginç şahıstır şüphesiz. Ama korkarım ki onu tanıyan biri, ondan gelen bir nesli tanımak istemeyecektir.”

“Bay Z’ye posta koymuş olabilirim ama ben bir halk kahramanı değilim. Halk kahramanlarına inanmam. Bana kalırsa halkların kahramanları olmaz, kurbanları olur. Halkların kahramanlar konusunda kafaları daima karışıktır ama kurbanlar konusunda berraktır.”

“Masama yaslanmıştım. İçeriden çocukların sesleri geliyordu. Benim çocuklarımın. Çocukların sesleri bazen yoruyordu, onların neşesine, heyecanına yetişemiyordum. Ama bir sussalar, biraz suspus olsalar, hemen tekrar konuşsunlar istiyordum.”

“Ama tabii üçüncü bir yol vardı. Her zaman üçüncü bir yol olurdu. Ve her zaman politik bir yol olurdu bu üçüncü yol. Tarafları uzlaştırır gibi yapar, kavgayı görmezden gelir, kendi işine bakardı.”

“Bir evladın yüreğindeki en üzücü şeylerin listesi yapılsaydı, yardıma muhtaç bir baba, listenin zirvesine oynardı.”

“Sırtımda elleri, binlerce el gibi geziniyor. Kovulduğum bir imparatorluğa döndüğümü hissediyorum. Semavi bir imparatorluk bu. Tavan bir pencere gibi aralanıyor ve melekler saçlarımıza dökülüyor… Yeni nesil bizden olacak gibi geliyor bana.”

“Çocukken bahçeli evlere imrenirdim. Gençliğimde öyle bir evim olsun istemiştim. Sonra bahçesinde çocukların gülüp oynayacakları öyle bir ev almanın herkesin harcı olmadığını anladım. Benim harcım da değildi belki. Bize hayaller kurduran ve böylece birçoğumuzun hayallerini yıkan Amerikan filmlerine geçici bir kızgınlık duydum. Sonra o filmlere kızmaktan vazgeçtim. O bahçeli evleri, garajları ve sıcak yuvaları seviyordum ben. Ekrandan bile olsa bizi o evlere buyur ettiği için, kısa bir süre bile olsa düşlememizi sağladığı için, aslında kızmamalıydım o filmlere.”

“Kendi ışığımızı söndürmüştük ve şimdi gençlere örnek oluyor, onlara kendi ışıklarını nasıl söndüreceklerini öğretiyorduk.”

“Kardeşimle henüz kazılmış çukura, mezara girdik ve babamızın ellerimize teslim edilmesini bekledik. Bir an için büyük, kocaman bir bebeği kucaklamak üzere olduğumuzu düşündüm. Belleğimin derinliklerinde babamı uğurlayacak, bizi de teskin edecek bir ninni aradım ama bulamadım… Islak toprağın içinde siyah bir solucan heyecanla kıpırdandı. Hayat buydu işte, ölümün karşısında ıslak, siyah ve heyecanlı bir kıpırdanış. Sonra dışarıdan eller uzandı bizi dünyaya çekmek için, o elleri tutmadık. Babamın cansız bedenine son kez bakıp bir parçamızın gömüldüğü hissiyle yalnız ve yabani hayvanlar gibi tırmandık mezardan yukarı.”

Yıllardır okuduğum en iyi ilk roman, Onur Orhan’dan: Yalnızlık Ölümden Çok… Tamamını yazabilmek isterdim buraya, bir kez daha sözcük sözcük duymak, düşünmek… Rastgele açtığım sayfalardan altını çizdiğim birkaç cümleyi paylaştım sadece.

Sıkı bir yumruğa hazır olun! Dünyada merhamet diye bir şey varsa onu bakışlarında toplamış yazardan, koca bir yürek gibi atan bir romana!..