Yahudi Mitolojisi ve folkloru -7: ŞLOMO VE ŞAMİR-1

Sevgili okuyucularım, bu hafta sizlerle birlikte, yepyeni, masalsı bir serüvene doğru yolculuğa çıkıyoruz. Bu kez kahramanlarımız, Şlomo ha Meleh, küçük solucan Şamir ve Şeytanlar Kralı Aşmoday arasında geçiyor. Size keyifli zamanlar diliyorum

Sara YANAROCAK Kavram
21 Mayıs 2014 Çarşamba

Şlomo ha Meleh(Kral Süleyman), gücünün en yüksek noktasına ulaşmıştı. Dünyada bilgeliği ile tanınıyordu. Böylece Kudüs’ü altın bir çağa taşımıştı. İnsanların en mutlusu oydu. Ta ki o tuhaf rüyayı görene kadar…

Rüyayı sıcak boğucu bir gecede gördü. Rüyasında odanın kapısı açıldı ve serin bir esinti hissetti. Hemen sonra içeriye, uzun yıllar önce ölen babası David ha Meleh(Kral Davut) girdi. Yaşlı kral ona öte dünyadan seslendi, ona göklerdeki Kudüs’ü anlattı. Dünyadaki Kudüs’le her bakımdan özdeş olduğunu, sadece bir tek fark bulunduğunu anlattı – kentin merkezinde muhteşem bir tapınak vardı.

“Ve oğlum, sen böyle bir tapınak inşa etmelisin,” dedi. Şlomo şaşkınlık içinde dinlerken, binayı en ufak noktasına kadar tasvir etti. Taşların boyutları ve şekillerine kadar. “Son bir şey daha” diye ekledi David ha Meleh, “ki bu en önemlisi. Bu binayı hiç metal kullanmadan inşa etmelisin, çünkü metal savaş silahlarını oluşturmak için kullanılır, fakat bu bir barış tapınağı olacaktır.”

“Ama baba,”diye sordu Şlomo, “metal kullanmadan taşları nasıl keseceğim?”

Babası bunu yanıtlamadı ve birdenbire gözden kayboldu. Rüya sona erdi.

Ertesi sabah Şlomo danışmanlarını topladı, onlara tuhaf rüyasını anlattı ve tam olarak babasının tasvir ettiği şekilde, tapınağı inşa etme planlarını duyurdu. Onlara taşları metal kullanmadan kesmeyi istediğini söylediğinde, onlar da kendisi kadar şaşırıp kaldılar.

Sadece biri, en güvendiği danışmanı Beniah bir öneri attı ortaya. “Bir zamanlar baban Kral David, Şamir adlı küçük bir solucandan söz etmişti. Bir arpa tanesinden daha büyük olmamasına karşın, bu solucanın taşı ortadan ikiye böleceğine inanılırmış. Aslında bu, On Emir’i taşa oymasını sağlamak üzere Tanrı tarafından Moşe’ye (Musa Peygamber) gönderilen solucandı.

“Bu solucanı nerede bulabilirim?”diye sordu Şlomo.

“Yıllardır onu kimse görmedi majesteleri,” Beniah durakladı. Şeytanlar Kralı Aşmoday ona sahip olduğundan beri, hiç kimse onu görmedi.”

Şlomo’nun maiyetindekiler korkuya kapıldılar, çünkü Şeytan Kralın gücünü biliyorlardı. Sadece Şlomo korkmamıştı, “Pekâlâ, o vakit Aşmoday’ı çağıralım.”dedi.

Şeytanlar Kralı Aşmoday sarayda

Şlomo bakışlarını, adamlarının dehşet dolu bakışlarının önünde, sağ eline doğru çevirdi. Yüzük basit bir altın halkaydı, babası vermişti ve içine Tanrı’nın gizli adını kazıdıkları için büyük bir güce sahipti. Şlomo daha önce bu yüzüğü şeytanları çağırmak için kullanmıştı, daha önemsiz şeytanları. Ancak müthiş Şeytanlar Kralı’nı daha önce asla hiç kimse çağırmamıştı. O dünyanın bir ucunda, dağların bakırdan, göklerin ise kurşundan yapıldığı bir yerde yaşıyordu.

Şlomo yüzüğünü döndürmesiyle birlikte maiyetindekiler geri çekildiler. Birdenbire önünde kocaman bir ateşten top belirdi, alevler söndüğünde Aşmoday tam orada duruyordu. Herkes hayretler içindeydi, çünkü Şeytan Kral iki metre elli santim boyuyla ve pırıl pırıl mavi renkli derisiyle karşılarında dimdik duruyordu. Tavuk ayaklı, kartal kanatlı, kertenkele başlıydı ve eşek şahsiyetindeydi.

“Olur şey değil! Demek Şlomo ha Meleh buymuş!”dedi, derisi gibi kaygan sesiyle. “Müthiş, bilge ve güçlü! Böyle olduğu halde krallığının büyüklüğünden mutlu değil, karanlıklar ülkesine de girmesi gerekiyor. Söyleyin bana majesteleri beni neden çağırdınız?”

“Şamir diye bilinen solucanı istiyorum, böylece tapınağım için gereken taşları kesmek için onu kullanabilirim.”

“Bu kadar mı?”diye sordu Aşmoday. “O halde işte burada!”dedi küçük, kurşundan bir kutu çıkararak. “Şimdi beni bırakmanızı emrediyorum!”

“Hayır,”dedi Şlomo. “Henüz değil. Seni burada zincirleyip tapınağı yapmak için gerekli süre olan yedi yıl boyunca tutacağım, böylece senin ve öteki şeytanların tehlike yaratmasını önleyebilirim. Yapı bittikten sonra sana bir soru soracağım, ancak onu yanıtlarsan seni özgür bırakacağım.”

“Bilge Kral Şlomo’dan bana bir soru mu?” diye dalga geçti Aşmoday.  “Bu soru ne olabilir?”

“Bunun üzerine düşünmem gerekir.”

“O halde tamam.”diye yanıtladı Aşmoday. “Burada bekliyor olacağım.”

Bir yanılsama ustası

Aşmoday’ın saraya gelmesiyle, tuhaf şeyler olmaya başladı. Şlomo bir gün tapınağının inşaatını denetlemekten döndüğünde saraydaki tüm sütunları ağaçlara dönüşmüş, dallarını yeşillikler ve incir ve nar gibi taze, lezzetli meyvelerle dolmuş buldu. Başka bir gece, başını kaldırdığında sarayın kubbeli tavanından yağmur gibi altın paraların yağdığını gördü. Ama bunlar yere değer değmez gözden kayboluyorlardı. Bazen Şlomo çok hoş müzik ezgileri duyuyordu, ancak dinlemeye çalıştığında hiçbir şey yoktu. Aşmoday bir yanılsama ustasıydı ve Şlomo bu yanılsamaları daima büyüleyici buluyordu. Aynı zamanda çileden de çıkıyordu çünkü bunlar onun dünyayı algılamasına engel oluyordu. Kandırıldığını anladığı her zaman, sanki tacından bir mücevher eksilmiş gibi hissediyordu. Böylece yedi yıl sonra, tapınak (Bet ha Mikdaş) tamamlandığı ve her ayrıntısı mükemmele döndüğünde, Şlomo, Aşmoday ile konuştu. 

“Şimdi, söz verdiğim gibi sana bir soru soracağım ve ancak bunu yanıtladığın zaman özgürlüğüne kavuşacaksın. Tüm bu yıllar boyunca senin yanılsamalarını gözledim. Büyük bir yargıç olarak, bana sık sık gerçek ve yanılsama arasındaki farkı ayrımsamam için danışırlar. Şimdi sana bunu sormak istiyorum: Bana yanılsama konusunda ne öğretebilirsin?”

Bunu duyan Aşmoday öylesine vahşi ve manyak bir kahkaha attı ki tüm Kudüs bu kahkaha ile çınladı. “Yanılsama,” diye kıkırdadı Aşmoday. “Şeytanlara acı vermekten daha iyi bir şeyi olmayan büyük, bilge kral yanılsamaya ilişkin şeyler mi öğrenmek istiyor? Hayır, majesteleri, bu düşünülemez, saçma, olanaksız.” Aşmoday birdenbire durdu, kertenkele yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmıştı. “Elbette yüzüğünü çıkarmaya razı olursan, o zaman başka.”

“Yüzüğümü mü?” dedi Şlomo. “Yüzüğümü çıkartmak mı?”

Şlomo yüzüğüne baktı, babasının sözlerini anımsadı, “Bunu taktığın sürece korunacaksın. Eğer çıkartırsan, bir an dahi olsa, başına neler geleceğini söylemenin hiç yolu yok.”

Şimdi ise Aşmoday burada durmuş onunla alay ediyordu. “Evet Şlomo yanılsamaya ilişkin bilgilerimi öğrenmek istiyorsan yüzüğünü çıkartmalısın.”

“Bu söz konusu dahi olamaz” dedi Şlomo.

“Çok iyi, o halde benden yanılsamanın sırlarını öğrenemeyeceksin” dedi Aşmoday

“O halde ben de seni özgür bırakmayacağım.”

“Bu oldukça uygun. Benim için zamanın anlamı yok. Kralların aksine şeytanlar ebediyen yaşar. Ben beklemekten gocunmam.” Aşmoday zincirlerinin üzerine çöktü ve bir şarkı mırıldanmaya başladı.

Aşmoday’ın ne söyleyeceğini duymak için çılgın bir meraka kapılan Şlomo bir süre düşündü sonra danışmanlarına sordu. Hepsi yüzüğü çıkarmaması gerektiğini söylediler. Hatta bunun bilgelikten uzak olacağını söylediler.

“Bilgelikten uzak ha!”diye haykırdı Şlomo. “Bana neyin bilgece olduğunu söylemeye mi kalkışıyorsunuz? Ben büyük kral Şlomo’yum. Tüm dünyada bilgeliğimle tanınırım.”

“Bu doğru majesteleri,”dedi Aşmoday, “neden sizin gibi bilge biri danışmanlarını dinlesin?”

Şlomo yüzüğünü çıkarttı

Şlomo’nun danışmanları sessizce beklediler. Aşmoday’dan korktukları kadar kraldan da korkmuşlardı. Konuşmaları faydasızdı, çünkü Şlomo kararını vermişti. “Yüzüğümü çıkaracağım” dedi, “sadece söyleyeceklerini dinlemeye yetecek bir süre için.”

Şlomo, Aşmoday’ı sarayın bir ucuna yerleştirmiş, etrafını 24 muhafızla çevirtmişti. Kendi ise karşı köşede duruyordu.

“Evet Şlomo”dedi Aşmoday, “yüzüğünü çıkar.”

Şlomo yüzüğünü yavaş yavaş çıkardı. Bir an için hiçbir şey olmadı. Sonra sarayda hafif bir meltem esmeye başladı. Kısa bir süre sonra sertleşti, bir fırtınaya dönüştü. Şlomo olanı biteni izlerken, fırtınanın Aşmoday’ın kanatlarından geldiğini korku içinde fark etti. Her kanat çırpışta Aşmoday’ın boyu iki misli artarak, ikibuçuk metreden beş metreye, sonra on metreye, en son sarayın tavanına dek ulaştı. Zincirlerini koparan Aşmoday’ın attığı kahkahalar pencerelerdeki camları paramparça etti.

“Seni budala Şlomo! Yüzüğünü asla çıkarmamalıydın,”diyen Aşmoday elini aşağı doğru uzattı ve yüzüğü Şlomo’nun elinden çekip aldı. Sonra onu sarayın küçük bir penceresinden dışarı fırlatıp attı. Yüzük, uzaktaki tepelerin ötesinden uçup Kudüs kentinin semalarında süzüldü, dağları ve okyanusları geçti, sonunda dünyanın çok uzak bir köşesine indi.

“Ve şimdi Şlomo, senin sıran geldi! Krallığına hoşça kal de!”

Bu sözlerden sonra Aşmoday kralı omuzlarından tutup kaldırdı ve sarayın öteki tarafındaki bir pencereden dışarı fırlattı. Şlomo uzun saatler boyu tepelerin ötesinden uçup, çok sevdiği kentinin semalarında, denizlerin üzerinde süzüldü, sonunda uçsuz bucaksız bir çölün üzerine indi.

Bir süre orada yattı; bedeninin her tarafı ağrıyordu. Susuzluktan dili damağı kurumuştu. Kendini toparladı, önce bir tarafa, sonra öteki tarafa amaçsızca yürüdü, ta ki güneş batarken bir su birikintisine rastlayıncaya kadar. Suyu içmek için diz çöktü ve orada öyle bir şey gördü ki bedeni korku ile sarsıldı. Kendi yanılsamasıydı bu.

Deniz yaratıklarının armağanı olan, bilinen her türlü kıymetli taşla kaplı olan tacı artık yoktu. Rüzgârın armağanı olan kıymetli kaftanı paramparçaydı. Paçavraya dönmüştü. Ve tüm Kudüs’teki en çekici yüzü olan kendi yüzü şimdi yaşlı bir adamınkinden farksızdı.

İşte böyle, kaybolmuş ve unutulmuş bir halde başladı Şlomo yolculuğuna. Sevgili Kudüs’üne dönebilmek için boşuna çabalarken önündeki yolun onu ne gibi dönemeçler ve sapaklardan geçireceğini asla tahmin edemezdi.

Bu onu çok uzaklara götürecek ve bir ömür boyu sürecek bir yolculuktu.

  Devamı gelecek haftaya…