Kuşdili kovboyları

Sunay AKIN Köşe Yazısı
21 Mayıs 2014 Çarşamba

Son çekiç darbesini de vuran adam, merdivenin basamaklarını ağır ağır inerken, astığı tabelada şu okunur:

GÜLISTAN GAZINOSU HAMDI BEY İDARESİNDE

İşleri önce iyi gider Hamdi Bey’in. Ama İstanbul’da dans çılgınlığı başlayınca el etek çekilir gazinodan. Kadıköy yakasındaki Kuşdili çayırının güzel bir yerinde olmasına rağmen, alaturka bir havası vardır Gülistan Gazinosu’nun. Hamdi Bey, modaya uymak için bir dans pisti yaptırıp bir caz ekibiyle anlaşsa da, gençler eğlenmek için Kalamış’taki Todori’nin bahçesini tercih etmekteydirler.

 Caz işini kıvıramayacağını anlayan Hamdi Bey, alaturka müziğe devam etmeye karar vererek, oldukça geniş bir saz ve ses heyetiyle anlaşma yapar. Dönem, 1920’li yılların sonu olduğu için, perşembe öğleden sonra ve cuma günü tatil yapmaktadır İstanbullu… Hamdi Bey de, parasını peşin ödediği saz heyeti için büyük bir reklam kampanyasına girişir. Günler boyunca, çığırtkanların girmediği sokak, ilan vermediği insan kalmaz neredeyse… Tüm hazırlıklar tamamlanıp müşteriler beklenirken, aniden bastıran yağmur göle dönüştürür Kuşdili çayırını. Gazinonun kapalı yeri olmadığı için de, boş ve ıslak masalara karşı bir müzisyenin akort etmeye çalıştığı kemanının sesi duyulur yalnızca.

Yaz yağmurunun azizliğine uğrayan Hamdi Bey, bir sonraki perşembe akşamı için aynı masrafı yapmaya kararlıdır. Büyük bir hazırlığa kalkışır yeniden. Ama Gülistan Gazinosu aniden bastıran yaz yağmuruna esir düşer bir kez daha…

Umudunu yitirmez Hamdi Bey; bir sonraki hafta için aynı saz heyetini kuracak, aynı mezeleri hazırlatacak ve gazinosu eskiden olduğu gibi kalabalık gecelerinden birini yaşayacaktır. Büyük bir borç altına giren Hamdi Bey, masa örtülerini ütülettirir, kadehleri parlattırır her şeye rağmen. Hazırlıkların yapıldığı günlerde, havaların iyi gitmesi, Kuşdili çayırının kâğıt helvacılar, macuncular ve dondurmacılardan alışveriş yapan Kadıköylülerle dolması Hamdi Bey’in yüzünü güldürür. Perşembe gününe kadar her sabah, pencereden odaya sızan yaz güneşiyle uyandığı için de son derece mutludur Hamdi Bey.             

 Ama perşembe sabahı güneşin tatlı tebessümü uyandırmaz Hamdi Bey’i. Telaş içinde kalkar ve odanın perdelerini iki yana açar, önünde kara, kapkara bulutlar vardır. Öğleden sonra hava açar diye umut eder ama çayıra adını veren kuşların dili, yağmurun sesine bırakır yerini… Üstelik ıslak bir sessizliğe gömülü Gülistan Gazinosu’nun jeneratörü de çalışmaz o gece. Hamdi Bey, yumruk yaptığı iki elini şimşeklerin çaktığı gökyüzüne doğru kaldırıp bağırır: “Uğraşma benimle!”

 Ertesi sabah, Kuşdili çayırı yüzlerce aynayla kaplıdır sanki… Güneş ışınları birer aynaya dönüştürür su birikintilerini… Ve o birikintilerden birine, kendini gazinosundaki ağacın dalına asan Hamdi Bey’in görüntüsü yansır!..

Kadıköy’de bulunan Kuşdili çayırının bir bölümü ‘Salı Pazarı’ olarak kullanılıyor günümüzde. Çadırlarını kurmak için kalın halatları direklere, ağaç dallarına asan ve yağmur yağdığında müşteri gelmiyecek diye telaşa düşen pazar esnafından hiç kimse bilmiyor Hamdi Bey’in hüzünlü öyküsünü.            

Ucuz giyimin yeridir pazar alanı. Ama bir zamanlar, en şık elbiselerini giyerek gezinirdi orada İstanbullular. Onlardan biri de Oktay Rifat’tır:

Param olsa satar mıydım

Kahverengi elbisemi

Damalı gömleğimi giyerdim

Alaca mendili takardım

Kufldili’nden geçerdim

Param olsa satar mıydım

Kahverengi elbisemi

Hamdi Bey’in bayrak ipiyle yaşantısına son verdiği trajik öyküsünün konuşulduğu Kuşdili çayırında, kovboy kıyafetli çocuklar görürüz.  Bayram yerinde kiraladıkları atların sırtında, kendilerini Kuşdili sinemasında izledikleri filmlerdeki kovboylar sanan çocuklardan biri, yuları iyi tutmadığı için yere düşer. Başında yumurta büyüklüğünde bir şişlikle eve gelen çocuk, dedesi tarafından azarlanır: “Artık o Rafet’e uymak yok. Kovboyculuk, movboyculuk istemem.”

Başındaki şişliğin ağrısına bir de dedesinin poposuna vurduğu bastonun acısı eklenen çocuk, şöyle anımsar o günleri: “Hele o yıl, Darüşşafaka’ya giden Rafet kardeşimiz, kovboyluğu öylesine ciddiye almıştı ki anlatamam. Rafet dinlence günlerinde herkesi şaşırtan kovboy giysilerine bürünür, beklinde paslı, toplu tabancalar, Yeldeğirmeni çarşısında, Tepe sokakta dolaşır, ona buna yardım etmeye çalışarak kovboylar gibi olmaya özenirdi. İşte, Rafet kardeşimiz bizi de kendisine benzetmekte gecikmedi. Büyüklerden edindiğimiz uzun pantolonların kenarlarına Rafet’in bulduğu tüyler dikildi, kareli gömleklerin üstüne, eski deri ya da kadife yelekler uyduruldu, kalın kemerlerimize Rafet’in bulduğu çakaralmazlar yerleştirildi, başlarımızda kenarları geniş fötrlerden bozma şapkalar, birer komik çocuk kovboy olup çıktık ortaya…”

  Arkadaşı Rafet gibi kovboy olmaya özenen çocuk, Zonguldak’ta karşımıza çıkar yıllar sonra… 1938’de girdiği Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü sınavında, yüzlerce katılımcı arasından ilk beşe girse de, İstanbul’dan alınacak bir kişi olmayı başaramamıştır. Yüreğinde yanan tiyatro ateşiyle, lacivert bir iş tulumunun içinde görürüz onu. Her adımında gıcırdayan siyah lastik çizmeleriyle maden ocağına doğru yürür. Evet, o bir madencidir artık. İçinde yaşattığı çocuk, kovboy filmlerinde gördüğü altın madenlerini fısıldar kulağına… Bir elinde lambası, diğerinde zeytin, peynir, ekmek ve haşlanmış yumurtadan oluşan nevalesini koyduğu torbayla ocağın karanlık ağzından içeri girer ve kaybolur gözden…

Maden ocağında çalışmaya başladığı ilk gün, göçük altında kalan iki işçinin ceseti çıkarılır dışarıya. Doymak bilmeyen bir canavarın midesindedir sanki. Ekmeğini o canavarın yüreğini kazıyarak kazanan emekçilerle tanışmasını şöyle anlatır yıllar sonra: “Aşağıda kömür vagonlarını dolduran dört kişi vardı. İçlerinden biri elimden düşürdüğüm lambamı yerden alıp bana uzatırken, ‘Hoşgeldin’ dedi. Utandım. Bu genç adamların kömürden kararmış yüzlerinden, donuk bakışlarından utanmıştım. Sessiz bir dayanışmanın içinde, buğday tarlalarında bıraktıkları güneşli, mavi gökyüzünü, köylerini düşünerek, yükümlülüklerinin bilincinde çalışıyorlardı. Tiyatro sanatını tüm işlerin üstünde görmeye başlamış bir şehir çocuğunun duygusallığıyla bakıyordum onlara.”          

Turneye çıkan İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun yolu Zonguldak’a düşer. Salonu dolduran izleyiciler arasında o da vardır. Çalışma arkadaşı Osman Usta ‘Ben ne anlarım tiyatrodan’ dediyse de, ona da bilet almış, yanında oturtmuştur. Osman Usta bir sahneye bir de onun yüzüne bakar oyun boyunca… Ve çıkışta şunları söyler: “Tiyatrocu ol, sana daha yakışır.”

Genç madenci ustasının sözünü dinler ve bir daha geri dönmemek üzere ayrılır Zonguldak’tan. Marko Paşa dergisinde çalışır bir süre; Şehir Tiyatrosu’nda heykel rolü oynar gönüllü olarak. Sabahattin Ali’nin tavsiyesiyle de İpek Film’de dublajcı olur. Sonra figüranlık, bir iki küçük rol… Ve tiyatro afişlerine yazdırır adını: Mücap Ofluoğlu.

 O, oyunun başlayacağını haber veren son zilin çalmasının ardından, ışıkları söndürülen salondaki tiyatroseverlerin karşısına çıkarken, geride bıraktığı maden ocağının karanlığa uzanan kapısının üstünde şu ad okunur:

“ÜZÜLMEZ”