UMUDUN YOLCULUĞU-2 “Onlar insansa biz neyiz?”

March of the Living turunda gördüklerimiz ve deneyimlediklerimizden sonra ‘neden’ diye sormak istiyorum ama cevabı yok. Bir kez daha anladım ki insanın insana yapabileceklerinin sınırı yok

Rayka NAYIR GÜVEN Perspektif
14 Mayıs 2014 Çarşamba

28 Nisan Pazartesi

10 saatlik tren yolculuğunun ardından güllerle karşılandığımız Auschwitz Tren İstasyonu’ndan otobüslerle bugün müze haline getirilmiş Auschwitz Ölüm Kampı’nın arka kapısına geldik. Yürüyüşte giyeceğimiz yağmurlukları aldıktan sonra UÖML öğretmenleri Berta Banana ve Rav İsak Alaluf eşliğindeki 20 lise öğrencisiyle buluştuk. Rehberimiz Devora Cohen’in eşliğinde dikenli tellerin arasından geçerek kampın arka kapısından içeriye girdik. Yolculuğum boyunca beni en çok etkileyen şeylerden biri dikenli teller oldu. Her gittiğimiz kampta karşılaştığımız telleri gördükçe daha da gerildim. Değmesem bile o tellerin arasından geçmek bana hep acıyı, yasağı ve esareti hatırlattı.

İlk öğrendiğimiz şey, kampın içine kadar giren tren raylarının 1944’te Macaristan’dan gelen Yahudilerin doğrudan krematoryumlara gönderilebilmesi için inşa edildikleri oldu. Bugün birer sergi alanı haline getirilmiş barakaları sırasıyla gezmeye başladığımızda her birinde günlük yaşama dair izlere rastladık. Bir barakada kampa gelir gelmez kesilen saçlar, hemen yanındakinde Yahudilerin gelirken getirdikleri valizler, mutfak eşyaları, tıraş takımları, talletler, hanukiyalar vardı. Çocuklara ayrılan barakada ise kırık bir bebek, eskimiş kıyafetler, bir gözlük ile birkaç boya kalemi.

10 ve 11 numaralı barakaların önünde geldiğimizde ise o ana kadar bizi bilgilendirmek için sürekli açıklamalarda bulunan rehberimiz özellikle bu iki barakada hayatını kaybedenlere saygısızlık olacağını düşündüğünden sessiz kalacağını söyledi. 10 numaralı baraka Nazi doktoru Josef Mengele’nin insanlık dışı deneylerini gerçekleştirdiği barakaydı. Yanımızda bulunan Polonyalı rehberimiz de sergi fikrinin Polonya hükümeti için dahi imkânsız olduğunu, içerideki aletlerin açıklanamayacak derece korkunç olduğunu belirtti. 11 numaralı baraka ise kampın cezaeviydi. Evet, ben de ilk duyduğumda yanıldığımı sandım ama değil. Yavaş çalışan ya da herhangi bir kurala uymayanların gönderildiği, içinde işkence odalarının olduğu barakaya sadece kendine güvenenler girebiliyor. Bir milyondan fazla kişinin öldürüldüğü bu kampta gezerken sürekli tekrarlayacağım soruyu o an sormaya başladım: “Onlar insansa biz neyiz?”

Sırada kampın en etkileyici yerlerinden biri olan 27 numaralı baraka vardı. Rusların 1945’te kampı özgürleştirmesinden sonra vatandaşları Auschwitz’e gönderilen her ülke, halkı adına bir barakayı alarak sergi alanına çevirmiş. Yahudilerin o dönemde bir ülkesi bulunmadığından 27 numaralı baraka Yahudiler tarafından kullanılan ortak bir alan olmuş. Yad Vaşem Müzesi geçtiğimiz yıllarda özel izinle bu barakayı sergi alanına çevirmiş. İçeri girer girmez bizi Holokost öncesi Avrupa’daki Yahudi hayatından kesitlerin yer aldığı siyah beyaz filmler karşıladı. Üst katta ise Nazi ideolojisinin nasıl yayıldığını, kitlelerin nasıl etkilendiği gözler önüne seren filmler yayınlanıyor. Yan yana dizilmiş odalarda sırasıyla Holokost dönemine ait çeşitli bilgi ve görseller, kurtulanların hikâyeleri yer alıyor. Ancak beni derinden sarsan son iki oda oldu. Bir oda tamamen beyaza boyanmış. İlk önce anlaşılmıyor ama yakından bakınca görüyorum ki duvarlarda kampta yaşayan çocuklara ait resimler var. O anda fonda çalan çocukların seslendirdiği şarkıları müziği fark ediyorum. Yan odadan içeri girdiğimdeyse gözüme ilk çarpan şey ağlayan ziyaretçiler oluyor. Bu odada Holokost’ta hayatını kaybeden ve bugüne kadar kimliğine ulaşılabilmiş dört milyon kişinin adı büyük bir kitap şeklinde sayfalar halinde asılmış. Odaya giren herkes ailesinden birinin olup olmadığını kontrol ediyor. Ne yazık ki gözyaşlarıyla ayrılanlar çoğunluktaydı. Bir kaybım olmasa da etrafımdakileri görmek bile gözlerimin dolmasına neden oldu.

Sırada ise ne yazık ki krematoryum vardı. Biraz neyle karşılaşacağımı bilememekten biraz da daha önceki duyduklarımdan oldukça tedirgin bir şekilde girdim içeri. Şehir efsanelerinin aksine içerisi sadece eski kokuyor, basık ve karanlık. Yine de tereddütle yürüdüm herhangi bir yere değmeden, dokunmadan. Sanki dokunursam oranın kutsallığını bozacakmışım gibi hissettim. Kapıdan çıkarken de şükrettim böyle bir şansım olduğu için. Ya diğerleri?

Ve yürüyüş başlıyor

 Sonunda sıra yolculuğumuzun en çok beklenen anına, yürüyüşe geldi. Yapılan anonsla birlikte Türkiye için ayrılan bölüme geçtik. Sağanak yağmur altındaki uzunca bekleyişimiz sırasında yüzlerce gencin birbiriyle sohbetlerini, kaynaşmalarını görmek, şapkalarını, rozetlerini takas etmek için yaptıkları pazarlıklara tanık olmak ve kimin başlattığı belli olmayan bir şarkıya hep birlikte eşlik etmelerini dinlemek çok keyifliydi. Sonunda sıra Türkiye’ye geldi ve Auschwitz’in kapısında yer alan ‘Arbeit macht frei’ (Çalışmak insanı özgür kılar) yazısının altından elimizde bayraklarla çıktık. Hepimiz duygu yüklüydük. Bu satırları yazarken bile gözlerim dolu dolu. Önümüzdeki yaklaşık 4 kilometrelik yolu tüm gençlerin seslerinin birbirine karıştığı şarkılar eşliğinde yürüdük ta ki Birkenau’nun kapısına gelene dek. Auschwitz’in devamı olan Birkenau Ölüm Kampı’ndan içeri girdikten sonra ilk iş elimizdeki tahtalara kamplarda hayatını kaybedenlerin anısına notlar yazıp toprağa yerleştirmek oldu. Kampın ana kapısından içeri girdiğimde gözlerime inanamadım. Bugün alabildiğine yeşil olan kampın büyüklüğü karşısında nutkum tutuldu. Ucu bucağı olmayan, sınırının nerede başlayıp nerde bittiği belli olmayan bir alan ve ortasında krematoryumlarda son bulan tren raylarının geçtiği bir alan... Kampın ahşap kısımları senelere yenik düşerek yok olmuş, tuğladan yapılmış kısımlar ise ayakta. Krematoryumlar ise kamp özgürleştirildiğinde Rusların inançları gereği yok edilmiş. Krematoryumlarda yakılanların küllerinin atıldığı su dolu büyük hendekler ise bugün hâlâ duruyor.

Kampta yapılan resmi törende Macaristan Cumhurbaşkanı Janos Ader kipa takarak çıktığı kürsüde yaşanalar dolayı üzüntüsünü dile getirdiği anlamlı bir konuşma yaptı. March of the Living Direktörü Eli Rubesntein da konuşması sırasında Holokost’ta yaşananları sadece Yahudilerin değil, böyle bir insanlık dramının bir daha yaşanmaması için herkesin öğrenmesi gerektiğini ve sadece Yahudi olduğumuz için başkalarının bize hükmetmelerine izin vermememiz gerektiğini vurguladı.

Törenin en güzel, en anlamlı, en duygu yüklü kısmı ise bir Sefer Tora’nın tamamlanma anı oldu. 6 milyonun anısına son 6 harfi bırakılan bir Sefer Tora aralarında İsrail eski Baş Hahamı Rabi Yisrael Meir Lau’nun da olduğu 6 Holokost kurtulanı tarafından tamamlandıktan ve herkese gösterildikten sonra önümüzdeki senelerde yapılacak Yaşam Yürüyüşlerinde kullanılmak üzere bölgedeki sinagoglardan birini götürüldü.

Günün sonunda hep birlikte tren raylarının etrafından yürüyerek kamptan ayrıldık. Yaklaşık beş saatlik otobüs yolculuğunun ardından Krakow’a vardık.

 

29 Nisan Salı

Salı sabahı erkenden Krakow’da bulunan ve halen renovasyonu devam eden Remuh Sinagogu ile Temple Sinagogu’nu ziyaret ettik. 19. yüzyıla ait Temple Sinagogu’ndaki Aron Akodeş oldukça renkli ve gösterişli olmasına rağmen Bima bölümünün tezat oluşturacak şekilde sade ve minimal yapılmış. Ancak sinagogun en önemli özelliği kadın ve erkeklerden oluşan bir müzik grubuna sahip olması.

Sokak aralarında bir süre dolaştıktan sonra Krakow Gettosu’nun girişi olarak kabul edilen meydana geldik. Yahudilerin trenlere bindirilmek üzere toplandığı bu meydanda bugün bölgede yaşayan 17 bin Yahudi’nin ansına yapılmış 17 büyük sandalye bulunuyor. Meydanın biraz ilerisinde de bugün müze haline getirilmiş gettonun tek eczanesi yerini koruyor. Şaşırmamak elde değil tabi Almanların yok etmeye çalıştıkları bir millet için eczane açmalarına. Almanlar salgın hastalıklardan korktukları için her gettoya bir eczane ve hastane açmaya karar vermişler. Gettodan ayrılarak belki de turumuzun en hüzünlü, en yürek parçalayıcı yerine doğru yol alıyoruz.

Polonya’da orman demek hayat demek ama II. Dünya Savaşı’nda orman ölümle anılır olmuş. Zbilitouska Dağı Nazilerin 1942’de aldıkları ‘Nihai Karar’ı uygulamaya başladıkları yer olmuş. Binlerce insan tek bir kurşunla vurularak çukurlara atılmış. Yaşananlar duydukça hüzünleniyoruz. Etrafı mavi çitlerle çevrili çocuklara ait bölüme geldiğimizde ise her yanı acı kaplıyor. Vurularak öldürülen 800 masum çocuğun ansına mumlarımızı yakıyoruz. Cesi Öztürkkan yanında getirdiği bir oyuncağı çitlerin yanındaki diğer oyuncakların yanına bırakıyor. Çocukları anmak için hep birlikte şarkı söyledikten sonra Rav Alauf’un konuşmasıyla hepimiz gözyaşlarımıza teslim oluyoruz. Neden diye sormak istiyorum ama cevabı yok. Bir kez daha anladım ki insanın insana yapabileceklerinin sınırı yok.

 Katılımcılardan yorumlar

REYSİ HALEVA: “6 milyon Yahudi’nin trenlerle esir olarak getirildiği ve gaz odalarında öldürüldüğü kamplardan birinde Yaşam Yürüyüşü ’nü dünyanın her yerinden on binlerce insanla birlikte bu sefer şarkılar eşliğinde ve gururla gerçekleştirdik. Bu duyguları tarif etmem mümkün değil. Filmlerde gördüğümüz, kitaplarda okuduğumuz yerleri görmek, o ortamlarda bulunmak, kurtulanlarla tanışmak, dünyanın dört bir yanından tek ve aynı amaç için gelmiş olmak kelimelerle ifade edilemez. Herkesin yaşaması gereken bir deneyim olduğuna inanıyorum.”

SELİN KRESPİ : “İnsanların neler yaşadıklarını ne bir film, ne bir kitap, ne bir yazı anlatmaya yetiyor. Gaz odalarının duvarlarından gitmeyen tırnak izlerini, milyonlarca ayakkabıyı canlı bir şekilde görmek tarif edilemeyecek kadar değişik bir duygu. Orada hem gözyaşlarımıza hâkim olamayıp hayatını kaybedenleri andık hem de hâlâ birlikte olduğumuz için coşkuyla şarkılar söyledik. Herkesin gitmesini tavsiye ederim.”