Tabu kırıcı, cesur film

ANNE FONTAINE ‘YASAK AŞK’ta birbirlerinin oğullarına aşık olan iki kadının öyküsünü anlatıyor

Viktor APALAÇİ Sanat
5 Mart 2014 Çarşamba

İnsan ruhunun karanlık labirentlerinde dolaşmaktan hoşlanan Fransız yönetmen Anne Fontaine, ‘Sundance’ta ‘aile değerleri’ne ters düştüğü suçlamasıyla gürültü koparan filminde, sürükleyici bir aşk ve şehvet hikâyesi anlatıyor. Filmlerinde karmaşık karakterleri yargılamadan sorgulayan, tabuları çiğneyen Fontaine, muhafazakâr anlayışa ters düşen, toplum ve ahlâk kurallarına aykırı sayılabilecek bir öykü anlatıyor. Christopher Hampton’un senaryosu inandırıcılık sorunu yaşatsa da aralarında sıra dışı bir kimya tutturan Naomi Watts ile Robin Wright’ın olgun performansları ‘Yasak Aşk’ı izlenmeyi hak eden bir film yapıyor.

İnsan ruhunun karanlık labirentlerinde dolaşmaktan hoşlanan Fransız yönetmen Anne Fontaine’in, birbirlerinin oğullarına âşık olan iki dostun öyküsünü anlattığı ‘Two Mothers/Yasak Aşk’ı İngilizce çektiği ilk film.

Bu sürükleyici aşk ve şehvet hikâyesi, geçen yıl ocak ayında izleyici karşısına çıktığı Sundance’da, aile değerlerine ters düştü suçlamasıyla büyük gürültü koparmıştı. 10 ay evvel İstanbul Film Festivali’nde ilk kez izlediğimiz film ‘BAŞKA SİNEMA’ etkinliğiyle seyircisiyle buluşuyor.

Filmlerinin tümünde, karmaşık karakterleri yargılamadan sorgulayan, tabuları çiğneyen, duyguları sinemaya taşımada ustalığını kanıtlayan Anne Fontaine, ‘Yasak Aşk’ta muhafazakâr anlayışa ters düşen, toplum ve ahlak kurallarına aykırı sayılabilecek bir öykü anlatıyor.

Nobel edebiyat ödülü sahibi Doris Lessing’in pek bilinmeyen kısa romanı ‘Perfect Mothers’ı efsane senarist Christopher Hampton ile sinemaya uyarlayan, tabu kırıcı Fontaine, yine sınırları zorluyor.

Tehlikeli İlişkiler’, ‘Kefaret’ ve ‘Sessiz Amerikalı’ gibi iddialı ve kaliteli filmlerin senaryo yazarı olarak, bol ödüllü ‘Carrington’ filminin yönetmeni olarak haklı bir şöhretin sahibi olan Christopher Hampton ile Fontaine’in müştereken yazdıkları senaryo izleyiciyi derinden sarsıp etkiliyor.

40’lı yaşların sonlarında olan, komşu ve yakın arkadaş iki kadının, birbirlerinin sörfçü ergen oğullarıyla yıllardır yürüttükleri ilişki, çarpıcı ve zorlayıcı bir film kalıpları içinde anlatılıyor.

İki anne de, ilişkilerinin yanlış ve sakıncalı olduğunun farkındadır ama mutluluk, suçluluk duygusuna ağır basar. Ta ki sırları ortaya çıkana dek…

Coco Chanel’den Önce/ Before Coco Chanel’den tanıdığımız, yönetmen, senarist, oyuncu Fontaine, bu yeni filminde sıra dışı yaraları deşmeyi sürdürüp, engellenemeyen dürtüleri, pişmanlık ve suçluluk temaları eşliğinde işliyor.

SUÇLULUK, PİŞMANLIK, SEÇİMLER TEMALARI

Doris Lessing’in gerçek bir öyküden esinlenerek yazdığı romanın konusu, Avustralya’nın doğu yakasında (seyahat acentelerinin reklamlarında kullanabilecekleri) cenneti andıran, deniz kıyısındaki Seal Rocks kasabasında geçer.

Deniz manzaralı bir sahilde, komşu evlerde, birlikte büyüyen Lil (Naomi Watts) ve Roz (Robin Wright) aynı zamanda evlenirler, aynı zamanda erkek çocukları olur. Birbirlerine kardeş kadar yakın iki kadın, doğdukları yerden hiç ayrılmadan, birbirlerinden hiç kopmazlar.

Lil’in kocasının ölümünden sonra, Roz’un yeni işi icabı Sydney’e taşınan kocasının peşinden gitmeyi reddetmesiyle iki arkadaş erkeksiz kalırlar.

Kasabada kimsenin anlamadığı yakınlık, kimilerine iki kadının lezbiyen olduğunu düşündürtür. Sörfçü yakışıklı oğulları da kardeş gibi yakın birlikte büyürler.

Kimseyi aralarına almayan bu büyük ailedeki yakınlık oğlanların birbirlerinin annelerinden hoşlanmaya başlamasıyla, dörtlünün yazgısı değişir.

Lil’in oğlu İan Roz’la birlikte olur. Annesini kıskanan Tom öç almak için Lil’le ilişki kurar. Anneler ve oğullar arasındaki ilişkiler aşka dönüşünce öykü bambaşka bir kulvara sapar.

Yaşlanmaya başlayan, ancak hala çok güzel olan iki kadın sınırları aştıklarının bilincindedirler, ancak ‘sevmek ve sevilmek bizim de hakkımızdır’ diye düşünmektedirler. Suçluluk ve pişmanlık içindeki Lil ile Roz, hayatın akışı içinde, oğullarının bulacakları yeni kadınlarla birlikte yeni bir hayat kuracaklarının bilinciyle kaderlerine razı olurlar.

Cennet gibi bir koydaki komşu iki evde yaşayan, denizin ortasındaki salda güneşlenen dörtlüyü olağanüstü bir görsellikle perdeye taşıyan filmin kameramanı Christophe Beaucarne, yönetmen Fontaine’e atmosfer yaratmada yardımcı oluyor.

Senarist Christopher Hampton’un, anneler ile oğulların çapraz ilişkilerini işlemede inandırıcılık sorunu yaşadığını, filmin her alanda yüzeysel kaldığını söyleyen eleştirmenler de oldu.

Ancak Anne Fontaine’in yalın ve dokunaklı sinema dilindeki ustalığını, Oedipus kompleksi, yaşlılık, seçimler gibi temaların hakkını verdiğini de kabul etmemiz lazım.

Aralarında sıra dışı bir kimya tutturan Naomi Watts ve Robin Wright’ın olgunluk dönemlerinde çizdikleri mükemmel performanslar ‘Yasak Aşk’ı izlenmeyi hak eden bir film yapıyor.

‘TWO MOTHERS’

Yön: Anne Fontaine

Sen: Christopher Hampton-Anne Fontaine

Gör: Christopher Beaucarne

Müz: Christopher Gordon

Oyn: Naomi Watts-Robin Wright-Xavier Samuel- James Frenchville-Ben Mendelsohn

BAŞKA SİNEMA ETKİNLİĞİNİ SÜRDÜRÜYOR

‘Kariyo-Ababay’ vakfının desteğiyle, M3 dağıtım şirketinin müştereken düzenledikleri ‘BAŞKA SİNEMA’ konsepti, sinemaseverlere vizyon şansı az olan bağımsız yapımları izleme olanağı sunuyor.

Jim Jarmush’un ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır/Only Lovers Left Alive’, Reha Erdem’in ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Costa-Gavras’ın ‘Kapital/Capital’, Jehane Noujaim’in ‘Meydan/ The Square’ gibi filmler, ticari sinemalarda vizyon şansı bulmada zorlanabilecek kaliteli yapımlar.

‘Yasak Aşk’ sadece iki salonda (Beyoğlu Pera- Kadıköy Moda Sahnesi) gösteriliyor. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ dört salonda gösteriliyor. Ama bence Reha Erdem’in filmografisindeki en sönük, en parıltısız filmi.

Doğma-büyüme bir Büyükadalı olmama rağmen, tümü Büyükada’da geçen, bu cennet adanın nefis kartpostal kış manzaralarını sergileyen bu filme bir türlü ısınamadım.

Reha Erdem’in filmlerinde gerçeküstü bir yaklaşımın ağır bastığını biliyoruz. Film deprem tehlikesiyle boşaltılan Büyükada’da, buradan ayrılmayı reddeden bazı insanların kaotik bir ortamda yaşadıklarını anlatıyor.

Dört yıl önce izlediğimiz ‘Kosmos’la akrabalıklar taşıyan, ancak onun kadar etkileyici olmayı başaramayan bu film, yine derdini metaforlar eşliğinde sunmaya çalışıyor.

Bu kıyamet tasvirinde, kendi yıkımlarını önlemeye çalışan iki aileyi izliyoruz. Filmin tek artısı, İstanbul doğumlu, yurtdışında başarılı bir kariyer sahibi olan Philip Arditti’yi karşımıza çıkarması.

Amerikan Bağımsız Sineması’nın öncü ismi, melankolik ve ironik filmleriyle ün yapan Jim Jarmusch’un sinemasına ben bir türlü ısınamadım. Benzersiz Tilda Swinton’un varlığına rağmen, konusu Tanca’da geçen bu vampir filmini, geçen mayıs ayında, Cannes’da izlerken, sıkıntıdan bunalım geçirdiğimi hatırlıyorum.

Costa-Gavras’ın, para dünyasının bir gözde bankacısının önlenemez yükselişini konu aldığı ‘Kapital’den, Mısır Devrimi’ni müthiş bir görsellikle perdeye aktaran ‘Meydan’dan önümüzdeki haftalarda bahsedeceğiz.

Tarih dersi niteliğindeki bu mükemmel belgeseli izlemelerini tüm okurlarıma tavsiye ederim.