Kıpırdayasım yok

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
5 Mart 2014 Çarşamba

Eveeet efendim, yine karşınızdayım. Nasılsınız bu aralar? Bendeniz kulunuzu, bahar çarptı. Veya daha sosyetik söylenişi ile bahar sendromunun etkisindeyim. Hani, bazılarımıza her pazar gecesi olan gibi… Güzel şeylerin arifesinde olduğunda hissettiklerin veya bazen de, çok uğraşıp da nice emeklerle hazırlandığın bazı şeylerin bitiminde hissedilen bir boşluk... Ne biliiim bir ‘şey’ gibi... Kısacası ben de bilmiyorum nasıl bir şey ile şey ettiğimi. Yine bir bahardı herhalde “Ne yapsam, ne yapsam, bir hamak alıp sallansam... Kurtulur muyum bunalımdan hamakta sallansam” diye yazımda bahsettiğimde. Yine bir bahar geldi ve ben yine Mazhar Alanson’un bu nakaratın içinde bahsettiği durumdayım... Hatta bu şarkının sözlerinde bir hata yapmayayım diye ‘enternet’ten bakarken bir de ‘cuk’ oturan bir yorum gördüm; “durumun ümitsizliğini, teklifin çekiciliğinde mazhar olan bir cümle” şeyindeyim.

Endişe buyurmayınız yok aslında bir şeyim. Şükür her şey yolunda. Sebeb-i hayatım, çocuklarım, ailem, dostlarım hepimiz iyiyiz. Sorun ‘bahar’da. Her bahar girişi bir hoş ve de boş olurum. Açan çiçekler bir taraftan “açeleyar de korason” haline getirirken beni, bir taraftan da hiç gereği yokken ‘moralmanlarım’ bozulur. Bir tarafım kıpır kıpır olur, bir tarafımın ise kıpırdayası yoktur... Sanırım en iyisi gerçekten bir hamak alıp sallanmak; hem kıpırdamak, hem yatıyor olmak. Her bahar aynı şey. Bir, nereden başlasam, nasıl anlatsam, Bodrum Bodrum durumları... Şimdi bu yazıyı yazmak yerine, adada, iki çam ağacı arasında hamağımda sallanmak vardı ya… Hayali cihana değer... Haydi, zevzekliği bırakıp yazımıza dönelim.

Şimdiye kadar size İspanya – Portekiz, Yahudi tarihçesi, olan biten hakkında hiç bir kitapta yazmayan çok önemli bilgiler aktardım... İşin şamatasına geldi sıra, gittiğin, gördüğün, yediğin sana kalsın, bari bize de anlat demeden, aktarmaya başlıyorum; Portugal, doğa, tarih, kültür ve lezzet zengini bir ülke olmasına rağmen mütevazılığını her zaman korur. Sokaklardan gelen kendinizi jiletle doğrama moduna sokan ‘fado’ sesleri, kilise çanlarının değişmez melodisi, yüzümüze vuran tatlı okyanus meltemi ve/veya yağmurun ıslaklığı, kızarmış balık ve adı lazım-değil-grillerin iştah açıcı kokuları, fırından yeni çıkmış, sım-sıcacık kremalı tartın uzaklara ulaşabilen davetkâr tarçın kokuları bize, Portekiz’de olduğumuzu hissettirir. Ancak bunları hissetmekten öte yaşayabilmek için THY direkt Lizbon uçuşu ile dört saat 50 dakika uçup, daha tekerlekler yere basmadan “indik” telefonunu açtıktan sonra bir de saatlerinizi iki saat geriye aldıysanız, Lizbon’dasınız demektir. Lizbon, büyüklüğü ile farklı renklerde begonvilleri, sokaklarındaki çam ağaçları, palmiye ve okaliptüsleri ile bir tatil beldesini anımsatıyor. Aslına bakacak olursanız, eğimli bir arazide yerleşmiş olması dolayısıyla mecburen oluşan dik yokuşları, çok katlı bitişik nizam evleri, dar sokakları ile bana eski İstanbul’u (AVM ve gökdelensiz halini) anımsattığını fark ettiğimde, ‘kim bilir belki de Lizbon’u sevmemdeki sebep zihnimde oluşturabildiğim bu benzerliktir,’ diye düşündüm.

Lizbon’un olmazsa olmazlarından biri antik sanat ağırlıklı, etkileyici geniş bir koleksiyonu barındıran ‘Gülbekian’ müzesi. Denizden çıkma ürünlerdi, tatlılardı derken beni pek açmaz ama buralara kadar gelmişken gitmemek de olmaz. Rivayete göre bu müze İstanbul’da olacakmış da yeterince ‘ilgi’ görmediği için Lizbon’a gitmiş. Lizbon, deyip karşılığında birkaç kelime söylemem beklenseydi; resimlerle bezendirilmiş mavi beyaz seramiklerle süslü binalar ve çeşitli motifler ile sanat haline getirilmiş Arnavut kaldırımlarından bahsederdim... Yürürken yere bakası geliyor insanın. Karmaşık desenler, yazılar, çiçek, börtü, böcek, yollara, kaldırımlara nakşedilmiş. Sık sık yağmurun yağdığı bu şehirde ıslanan bu taşlarda şehrin yansımasını görmek; hele hele bunları fotoğraflayıp ‘feys-buk’tan yayınlamak ayrı bir zevk. Konu fotoğraftan açılmışken bir de İstanbullun tipik, benim fotoğraflamayı çok sevdiğim, yok olmaya yüz tutan klasiklerinden biri olan ‘balkonlarda ve dapdar sokaklarda apartmandan apartmana salınan makaralı iplerde kurutulan çamaşırlar’ buralara da ‘turistik ve fotoğrafik’ bir zenginlik katıyorlar. Her yeri böyle sanmayın, tabii ki bunlar medeniyetin iyice çöreklenmediği, geleneksel yaşamın daha bitmediği, nüfus yoğunluğunun nispeten az olduğu şehrin merkezinin dışındaki görüntüler. Seramikler ise şehrin her yanında. Binaların içlerinde, dışlarında, dekoratif amaçla cömertçe kullanılmış; ister bina, ister restoran, ister WC, ister müze veya tren istasyonu. Her yerde, tavan, duvar, zemin fark gözetmeksizin seramik desenler ve seramikten yapılmış panolar hâkim. Bizde İstiklal Caddesi’ne sıkışıp kalmış tramvay (hafif metro değil) sistemi oldukça yoğun ve etkili bir şekilde şehre değer katarak halen kullanılıyor.

Balık... İstanbul’a benzer başka bir nokta. Fiyatlar Euro’da kaldığı, TL’ye çevrilmediği taktirde uygun. Burada tabii ki semtine ve lokantasına göre farklılık göstermekle beraber, benim gözlemim ve ısrarlı deneyimime göre, salaş ama meşhur ve hatta kapısında o (biz kışın gittiğimizden mütevellit) soğukta, rezervasyon kabul etmediği için 45 dakika kuyruk bekleyip girebildiğiniz lokantada tıksırana kadar ‘denizden babam çıksa yerim’ usulü yemekten sonra ödediğimiz meblağ, İstanbul’dan çok daha uygun. Gittiğimiz yerin adı neydi? Orada neler yedik? Vesaire gibi detaylar bende saklı. Öyle her şey yazılamıyor burada; biliyorsunuz ϑ; hatta oraya gidip de mükellef bir ‘yemek’ yemenizi tavsiye etmem bile sakınca yaratabileceğinden ayrıntıları “baş başa konuşur-kene” anlatırım demekle yetiniyorum. Portekiz; önemli bir şarap üreticisi, eğer bu konuya önem veriyorsanız, zevkleriniz ve ilgi alanlarınızdaysa geniş bir listeden zevkinize ve bütçenize göre mutlaka beğeneceğiniz bir seçim yapabileceksiniz. Olmadı ‘turistik gezi’ dâhilinde gittiğiniz şarap fabrikalarındaki tadımlar sizlere yardımcı olacaktır... Le-hayim.

Daha anlatılacak çoook şey var ama bize ayrılan yer bu haftalık bitti. Gelecek yazımızda, yine birlikte olana kadar sevgiyle kalın dedim; gı-gıl Portekizce olarak bana; “deixando-nos esta semana sobre o lugar. Em nosso próximo artigo, em conjunto com y até engrossar com amor” dedi. Umarım doğrudur.