Marc Quinn

Günümüzde artık çağdaş sanatı tanımlamak kolay değil. Gündelik yaşamın bütün içerik ve katmanların arasında toplumsal bir yapıt üretmek ve buna bir sanat yapıtıdır demek neredeyse yel değirmenlerine karşı savaşmak gibi bir şey.

Rubi ASA Sanat
26 Şubat 2014 Çarşamba

Gelişen teknoloji sanatçıya öylesine farklı boyutlar ve algılar kazandırdı ki, farklı üretim araçlarını kullanarak kendince sonuçlar arayan sanatçı, ortaya koyduğu sıradışı yapıtılarıyla toplumsal hayata yön verebiliyor.

İşte böyle bir sanatçı Marc Quinn; insanın varoluş serüvenine, çağdaş bir sanatçı gözüyle bakabilmeyi başarmış biri. Bunu yaparken öznel bir bakışla nesneleri ve olayları değerlendirerek, akıl bilinç ve evrensel değerlerin süzgecinden geçirerek doğayı bozar, değiştirir, azaltır ya da çoğaltır, Marc Quinn.

Çünkü sanat, çağımızda kaybedilmeyecek salt gerçeği ve güzeli aramaktadır. Ancak bir sanatçı evrimini ancak bu arayışlar ile sürdürebilir.

Hayal gücünün yarattığı renkler, çizgiler, sesler ya da hareketlerle herşeyi kendi içinde gördüğü şekle dönüştürür. Bunu yaparken de üretim malzemesi olarak doğayı, doğadaki her şeyi, her maddeyi hatta kendini bile kullanabilir.

Ortaya konan sanat eseri; sanatçı, yapıt ve izleyicisiyle üçlü bir etkileşime girerek her toplum her dönem ve zaman değişiminde kendini yeniden yaratır.

İster resim, müzik, ister fotoğraf, heykel veya enstalasyon her ne olursa olsun sanatçının elinden çıkmış her yapıt birer manifesto niteliği taşır. İnsanlar bunları kendi iç dünyalarının yol haritasında okumaya çalışır ve yorumlarlar. Böylece birey kendi hislerinin ve düşüncelerinin ne olduğunu anlayıp, yaşadığı toplumu, doğayı, olay ve olgularını biçimlemeyi kavrar.

Marc Quinn yapıtlarını tasarımlar ve onları biçimlerken hemen hemen hiç bir ön yargıya kapılmadan çok çeşitli üretim araçları kullanır. Yağlı boyayı, metali, mermeri, bronzu, balmumunu; hemen her malzemeyi sanatını aktaracağı enstrumanı gibi görür.

İstanbul, İstiklal Caddesi Arter Sanat Galerisi’nde açılan ve restrospektif nitelik taşıyan ‘Aklın Uykusu’ adlı son sergisini izledikten sonra kendimi kaçınamadığım bir sorgulamanın içinde buldum.

Serginin teması Francisco de Goya’nın “Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır” adlı gravüründen esinlenerek konmuş bir ad ile ilgili…

Gravürde Goya uyukladığı bir masa başında kendisini tasvir eder. Başına üşüşmüş canavar veya yarasalar arasında prangalanmış aklı ve uykuyu metafor olarak kullanır. 1700 yıllarının başlarında İspanya İç Savaşı’nda baskıya ve otoriter yönetimin sınıf çatışmalarına karşın, halkın, sokak insanının aristokrasiye karşı duramayışının hazin uykusunu anlatır.

Goya, çirkinliğin saf güzelliği barındırdığı ama onu görebilecek zihinlerin baskı terör ve acımasızlıkla prangalandığını varsayar.

İngiliz çağdaş sanatının en önemli ve en verimlilerinden biridir Marc Quinn.

Çeşitli dönemlerinde, çeşitli materyallerle ürettiği mükemmeliyetin sınırlarını zorlayan titizlikteki yapıtlarından bir seçkiyi Arter’de izlemeniz mümkün.

Sergi, Selen Ansen küratörlüğünde ‘Aklın Uykusu’ başlığını taşıyıp Francisco Goya’ya gönderme yapıyor.

Aradan 300 seneden fazla geçse bile evrende akıl ve özgür irade halen tutsaklık altında. Yapıtları ancak aydınlık bir bakış, önyargısız algı ve özgür düşünce ile irdeleyebilir isek, evrensel mesajını kavrar gündelik yaşamlarımıza aktarabiliriz.

Aklın uykusu sergisinde yaklaşık 30 yapıta yer verilmiş.

Herbiri karşımıza ötelediğimiz belki de görmekten korkarak yok saydığımız istemdışı kabullerimizle yüzleşmemiz amacını taşıyor. Burada ortaya çıkan canavararı varsaymayı ve kabullenmeyi değil, onlarla mücadele etmemiz onları yok etmemiz gerektiğini anlatmaktadır.

Sergide, dev boyutta mükemmel işlenmiş yağlı boya tablolar, büyük boyutlu saf mermerden üretilmiş adeta antik Yunan heykelleri, metal yapıtlar, bronz insan figürleri, halılar, hep biraraya gelip hemen izleyeni etkisi altına alarak kendisiyle sorgulamaya ya da hesaplaşmaya çağrıyor.

Kapıda dev bir istiridye varlığın kökenine doğru sizi davet ediyor. İlk omurgasızdan bilinçli varlığa uzanan bir sürecin yüzleşmesi şaşırtıyor insanı.

Bir adım sonra dev bir göz ve retinasından içeri sonsuz bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Makro ve mikro evreni algılayan, görüntüyü hapseden, aklın süzgecinde yorumlayan, güzelliği dehşeti ve çirkinliği filtreleyen bir objektif ile yüzyüzesiniz.

İki birebir boyutlu bronz insan heykeli, türlerindeki cinsel kültürel ve fiziksel farklılıklarla doğanın bir paçası olduğumuzu ve varlık sorunsalımız üzerine düşünmemizi sağlıyor.

Ve en çarpıcı yapıtı SELF; bilimsel bir kurguda ve sanatsal bir yorumla insan hayatının geçiciliğini, buna karşın bilimin aklın ve düşüncenin sonsuza dek yaşatılabileceğini anlatmakta.

Sanatçı kendi başının balmumundan kalıbını alıp yine kendi kanı ile dondurarak ürettiği ve beş senede bir yenilediği bir proje, Self.

Sanatçı mevcut fiziksel durumunu, hem zamana karşı yaşlanma sürecini, hem bu sürece karşı kendini, insan doğasında var olan savunma içgüdüsünü, koruma isteğini kendi kanı aracılığı ile belgeliyor.

Belli bir soğuklukta tuttuğu kendi büstü, bize yaşam denen bilinmezin sübjektif değerlendirmesini sunuyor. Bu yarı canlı varlık ile karşılaştığımızda, kendi öz varlığımızın, zamanın sonsuzluğundaki izini ararken onu yine aklın sınırlarına mahkûm etmekte olduğumuzu görüp şaşırıyoruz…