Antisemitizmde eliminasyonist yaklaşim

19. yüzyıl karmaşık olayların dönemi olmuştur. İmparatorlukların, krallıkların yerini aldığı, Kilise’nin gücünü yitirmeye başladığı, çalışan sınıfın ilk kez örgütlenmeye, parlamenter yapının siyasi yaşama girmeye başladığı, laik yaklaşımların dillendirildiği, savaşların alabildiğine devam ettiği, anlaşılması zor bir dönemden söz ediyoruz.

Marsel RUSSO Perspektif
26 Şubat 2014 Çarşamba

Bu keşmekeşin içerisinde Yahudi’nin izlerini aramak pek kolay olmaz, zira o kimlik arayışı içinde kendini yitirmiş gibidir.

19. yüzyıl takip edilmesi zor, karmaşık olayların dönemi olmuştur. İmparatorlukların, krallıkların yerini aldığı, Kilisenin gücünü yitirmeye başladığı, emperyalist – kolonyalist görüşlerin serpildiği, çalışan sınıfın ilk kez örgütlenmeye, insan haklarının dillendirilmeye, parlamenter yapının siyasi yaşama girmeye başladığı, laik yaklaşımların dillendirildiği, savaşların alabildiğine devam ettiği, anlaşılması zor bir dönemden söz ediyoruz.

Uluslararası Yahudi ve komplo teorileri

Bu keşmekeşin içerisinde Yahudi’nin izlerini aramak pek kolay olmaz, zira o kimlik arayışı içinde kendini yitirmiş gibidir. Aynı yüzyıl içine Karl Marx ve Rothschield’leri sığdırabilmiştir. Moses Hess ile Benjamen D’Israeli’yi; Leo Pinsker ile Lev Troçki’yi aşağı yukarı aynı dönemde yaratabilmiştir. Aynı dönemde hem kapitalist dünya görüşüne hem de sosyalist yaklaşıma katkıda bulunmuş, hatta bunlara hayat vermiştir diyebiliriz.

Bu Yahudi’nin becerisi mi olmuştur yoksa yılların akışında gelişen olaylar mı onları öylesine çeşitlendirmiş ve yaşamın değişik kıyılarına savurmuştur? Bu savrulmuşluk mudur antisemitizmin verimli topraklar bulmasına olanak sağlayan? Dreyfüs olayı ile patlak veren ırkçılık temelli Yahudi düşmanlığının, 20. yüzyılda, asırlardır görülmeyen eliminasyonist bir karakter  kazanmasına giden yolda, Yahudi’nin yapısının bu denli heterojen olması ne kadar önemli bir yol oynamıştır?

Uluslararası Yahudi komplo teorisi ile günümüze dek tırmanan ve Yahudi’yi şeytanlaştırmaya, her kötülüğün veya her başarısızlığın sebebi olarak görmeye azmetmiş antisemitizmin dalga dalga yayılan bir düşünce / eylem hareketi olmasında, elbette Yahudi halkının hayattan beklediklerinin değişik olmasının önemli rolü vardır. Onlar yaşadıkları zamandan ve coğrafyadan bağımsız, genelin gerçeklerine siyasi ve sosyal anlamda uymamışlar,  ancak buna rağmen eşit vatandaş statüsü ile ‘ödüllendirilmişlerdir’. İşte 19. yüzyılda çehre değiştiren antisemit düşüncenin temelinde bu yatmaktadır: ‘Yabancı’ olanın eşit kabul edilmesi, bırakınız baskı altındaki doğu Avrupa’yı, aydınlanmanın yaşandığı batı Avrupa’da dahi muhafazakâr çevreler tarafından kesin bir şekilde ret edilmiştir.

Yahudi halkının içine düştüğü kimlik arayışı süresince geliştirdiği birçok model içinde sosyalist görüş ile kapitalist görüşün; geleneksel, din eksenli Yahudi yaşantısı ile emansipasyon sürecini yaşamış çağdaşlaşma çabası içindeki Yahudi yaşantısının; burjuva Yahudi ile emekçi Yahudi’nin gerçeklerinin  elbette on-line olması beklenemezdi ve zaten öyle de olmadı… Anlamsız gelebilecek bu çeşitlilikten – veya belki de kopukluktan denilebilir – beslenen ve Dreyfüs süreci ile harmanlanan antisemitizmin yarattığı en büyük komplo kuramı Siyon Önderlerinin Protokolleri işte bu ortamda ortaya çıkar. Yayınlandığında 19. yüzyılın son yılları yaşanmaktadır. Yayınlayan Çar’a yakınlığı ile bilinen ve Paris’te diplomat olarak görev yapan bir Rus casusudur. Yayınlanan yer ise, dünyanın özgür düşünceye açılan kapısı, kaosun beşiği Paris’tir.

Protokoller o günden bugüne neredeyse dünyada konuşulan her dile çevrildi. Yahudi toplumlarını barındırsın ya da barındırmasın, Güney Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya her kıtaya yayıldı. Tasarlanmış yalanlar, kurgulanmış olaylar ve komplolar üzerinden, bir yanda Yahudilerin insanlığı sömürmek için örgütlendiklerini ileri süren, onları anlamsız bir güç ile sıfatlandıran yaklaşım, öte yanda Yahudi olanı itibarsızlaştırmaya, küçültüp parçacıklara ayırmaya azmetmiş düşünce, ilk yıllarından bu yana Protokollerin değişmez teması oldu.

Henry Ford 1920’lerde 500.000 adet kopyanın yayınlanmasını sağladı ve Amerikan halkının Yahudilerin ne kadar kötü olduklarını anlamalarına önayak olmak istedi… Hitler’in Avrupa’yı ve dünyayı Yahudi’den temizleme görüşünün temelinde Protokollerin yattığı elbette yadsınamaz. Nitekim 1933’te iktidara gelmesinden kısa bir zaman sonra Kavgam ile birlikte Protokoller de okul programlarına alındı ve körpe beyinlerin ele geçirilmesi sürecinde cömertçe kullanıldı.

Savaş sonrasında Holokost inkârının önemli bir merkezi haline gelecek Sovyet Rusya’da da Protokoller, zaten kuvvetli bir komplo teorisyeni olan Stalin’e ilham verdi, şüphesiz. Bu fikirlerin, önce Yahudilerin şeytanlaştırılması daha sonra, 1948’te kurulan İsrail’in haritadan silinmesi gayesi ile Ortadoğu’ya taşınması da gecikmedi. Bu anlamda İsrail’in kurulma sürecinde olsun, kurulmasından sonra olsun, birçok Arap kanaat önderi ve devlet adamı Protokolleri oluşturdukları politikaların odağına oturttular.

Türkiye’nin antisemit akımlardan etkilenmemiş olması olanaksız. Protokollerin ilk kez 1934 yılında Milli İnkılap adlı bir dergide yayınlandığını görüyoruz. Aynı yıl yaşanan Trakya Olayları’nın bundan kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusu değişik yorumlayacaklar çıkacaktır elbette. Ancak kabul edilmesi gereken, ülkede ve dünyadaki neredeyse her olumsuz durumun odağına Yahudi’yi yerleştiren düşüncenin son dönemler de dahil olmak üzere, popüler olduğudur.

Protokollerin yaygınlaşması ve özellikle I.Dünya Savaşı sonrasında sokakları ciddi bir şekilde ele geçirme tehlikesi yaratması ile birlikte, buna karşı birçok makale ve çalışmanın gazetelerde yayınlandığını, kitapların ve benzer çalışmaların sirküle edilmeğe başlandığını görürüz.

Benjamin Segel, Protokollere karşı bu gibi çalışmalar yapan bir düşünce adamı. Konu ile ilgili iki kitap yazdı. Bunların ilki ‘Kritiklerle Aydınlatılmış Siyon Önderlerinin Protokolleri - Berlin 1924’… Diğeri ise ‘Dünya Savaşı, Dünya Devrimi, Dünya Komplosu, Dünya Hükümeti – Berlin 1926’… Bu sonuncusu Richard Levi tarafından, 1996 yılında kısaltılarak ve yorumlarla güncel hale getirilerek ‘A Lie and A Libel – Bir Yalan ve Bir Hakaret’ adı ile yeniden yayınlandı.

Levi’nin çalışmasına ilham kaynağı olan Segel’in kitabının 1926 yılında kaleme alınmış olduğunu unutmadan, yalnızca son paragrafını paylaşmak istiyorum:

“Eğer Protokoller’de ifade edilen hurafelerin kökünü kazmazsak, bunların sokaktaki masum insanların algılarını bulandırmayacağına, kalplerini zehirlemeyeceğine ve onları gelecek yıllar veya asırlar boyunca esir almayacağına kim garanti verebilir?”

Antisemitizmin eliminasyonist yüzü

Geçtiğimiz yüzyılın akışında yaşananlar Segel’in ne denli haklı olduğunu gösterir. Antisemitizm eylemsel olarak yalnız Yahudi’yi dışlayan, onu şeytanlaştıran, onu tüm başarısızlıkların, olumsuzlukların nedeni olarak taçlandıran bir akım olmanın ötesine gider ve eliminasyonist bir çerçeveye bürünür. 1918 sonrası yaşanan derin kaostan beslenir ve toplumların derinliklerine nüfuz eder. Yahudi’ye karşı durmak, onu toplumdan dışlamak artık yeterli olmayacak, onun ortadan kaldırılması talep edilecektir.

Neden? Çünkü Yahudi Bolşevizmin yükselmesinden sorumludur. Çünkü Yahudi kapitalist düzenin yükselmesinden, emperyalizmin gelişmesinden, emek sınıfının sömürülmesinden sorumludur. Çünkü Yahudi 1919 Paris Görüşmelerinin böylesi sakat bir barışı getirmesinden sorumludur. Çünkü Yahudi Almanya’nın yenilmesinden ve tarihin en ağır şartları ile barış imzalamaya zorlanmasından sorumludur. Ve elbette daha neler, neler!

Adolf Hitler’in Alman Şansölyesi olması ile birlikte özelde Almanya’da ancak savaşın akışında tüm Avrupa’da yaşanacakların alfabesi esas itibarı ile Kavgam’da yer alıyordu. 1935’te yayınlanan Nürnberg yasaları ile Yahudi düşmanlığının hukuki zemine oturtulması rasyonel bir hareket değildi elbette. Gelin görün ki, o günkü iklimde buna karşı gelecek ne bir hukuk adamı vardı ne de bir muhalif siyasetçi. Eğri olan doğruya döndürülmüştü. Yahudi’nin bu süreçte itibarsızlaştırılmasına kim ne diyebilirdi; toplumdan tamamen tecrit edilmesi kendisinden başka kimi ilgilendirirdi  ki?

Almanya, Hitler’in önderliğinde, Ari ırkı yüceltmek, ona hak ettiği daha geniş bir yaşam sahası yaratmak  için savaşa yelken açarken, Avrupa’nın Judenfrei – Yahudi’den arındırılmış hale getirilmesi program dahilinde miydi? Yoksa bu başarının getirdiği zafer sarhoşluğunun gölgesinde mi ceyeran etmişti, ya da panik içinde geri çekilmenin yarattığı çaresizlik içinde mi?  Ele geçen belgeler, tanıklıklar Holokost sürecinin son derece planlı ve programlı yürütüldüğünü, ortalama Alman insanın bundan onur duyduğunu ve hatta bunu bir varoluş ilkesi haline getirenlerin hiç de azımsanmayacak bir sayıda olduklarını ifade ediyor.

Holokost nasıl yorumlanmalı?

Holokost bu anlamda, Yahudileri, Yahudiliği, Yahudi değerlerini, Yahudi kültürünü, Yahudi olan her şeyi yok etmeye azmetmiş bir insan topluluğunun, siyasi, askeri, beşeri, ekonomik, teknolojik tüm yol ve yöntemleri kullanarak kutsal saydığı bu hedefe ulaşmada acımasız ve kararlı adımlarla yol aldığı bir dönemi işaret eder. Tarihin derinliklerinden bu yana, Yahudi adımlarını her an takip eden, kaynağı, dayanağı ne olursa olsun antisemitizmin bir başyapıtıdır. Tekilliği ve öncesizliği tartışılmaz.

Holokost’a yol açan nefretin ırkçı, dini, etnik, siyasi ve ekonomik nedenleri vardır. İnsanın, kendi başına olduğu zamanlarda dahi nasıl canavarlaşabileceğini göstermesi açısından ibret vericidir. İnsanın, toplum içinde birey olarak, daha doğru bir deyişle, toplum içinde güdülen bir birey olarak, nasıl kontrolden çıkabileceğini göstermesi açısından da aynı şekilde ibret vericidir.

Elie Wiesel’in Gece adlı yapıtından yaptığım aşağıdaki alıntı Holokost’un soğuk yüzünü görenlerin, yakalanma korkusu içinde kendilerini takipçilerinden saklayanların, toplama kamplarındaki korkunç günlere ve gecelere tanık olanların, kısaca o günleri aşabilenlerin duygularını özgün şekilde ortaya koyuyor.

 

 

Hayatımı yedi kez mühürlenmiş uzun bir geceye çeviren kamptaki o ilk geceyi hiç unutmayacağım.

O dumanı hiç unutmayacağım.

Sessiz bir gök altında vücutları dumana çevrilen çocuklarının o küçük yüzlerini hiç unutmayacağım.

İnancımı ebediyen yok eden o ateşi hiç unutmayacağım.

Beni yaşama isteğimden yoksun kılan o gece sessizliğini hiç unutmayacağım.

Rüyalarımı küle çevirerek Tanrımı ve ruhumu öldüren o anları hiç unutmayacağım.                    

Tanrı kadar uzun yaşamaya kılınmış olsam bile bunları hiçbir zaman unutmayacağım. 

Hiçbir zaman!

 

Holokost’u yok etme güdüsü tarafından ele geçiren bir ırkçılığın sahnesi olarak görmek gerekir. Yaşananlar Yahudilerin özne olarak seçildikleri evrensel sonuçları olan bir trajedidir, hatta burada trajedi sözcüğünün tam da duyguları ifade edemeyebileceğinde hem fikirim. Her durumda, bu sürecin bir Yunan tragedyası kıvamında algılanmaması, olabildiğince nesnel bir şekilde incelenmesi, öğrenilmesi ve öğretilmesi gerektiği bir gerçektir.