Kayıp masumiyet

Etrafımızdaki kesif karamsarlık hayatlarımızı zindana çevirmek üzere. Her yer kötümserlik, her yer karamsarlık. Lakin ‘Muhteşem Süleyman’ dizisinin bu denli yoğun ilgiyle karşılanmasının nedeni acaba bu karanlık havanın geçici de olsa kalkmasına yardımcı olmasından mıdır?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
19 Şubat 2014 Çarşamba

Etrafınıza bakın. Ama dikkatli bir gözlemci olarak bakın. Ruhunuzun ve beyninizin geçmiş tarihini silerek gözlemleyin. Ve iyice bakın. Her yer karamsarlık, her yer kötümserlik değil mi?

Hep böyle mi yaşanacak artık elimizdeki nadide hayatımız?

Muhteşem Süleyman’ dizisinin A’dan Z’ye çok geniş ve farklı kültürel toplum katmanlarında neden bu denli ilgiyle izlendiğini hiç düşündünüz mü?

Cevabı açık ve net. Popüler kültür modası veya ünlü ve başarılı oyunculukla açıklanabilir pekâlâ da. Lakin asıl neden son derece varoluşsal bir gerekçeye sahip. Yaşadıkça hem kendimizin hem etrafımızın neredeyse istisnasız kaybettiği masumiyeti, Şehzade Mustafa’nın karakterinde tekrar keşfetmenin derin hazzı olsa gerek bu aşırı ve sürekli ilginin. Hem eğitimli, hem de sadece iyi’nin peşinde giden, iyi’nin göz kamaştırıcı ve umut vaadeden ışığını yaymaya çalışan bir ideal insan profiliyle karşılaşmak örselenmiş ruhlarımıza ilaç olmuş durumda. Lakin meselenin en acı ve de ironik kısmı ise kötümserliğimize dayanak teşkil eden kötülüğün zaferinin burada da tezahür etmiş olması.

Şehzade’nin ‘kötüler’ tarafından hazırlanan bir komploya kurban gitmesi, bizi bir an yeniden keşfettiğimizi sandığımız yüce masumiyet duygusunun yanılsamadan ibaret olduğunu hatırlatması nasıl bir düş kırıklığıdır, anlatılamaz…

Yaşamımızı, masumiyetin, iyiliğin, insanlığın hep eksik görüntüleriyle mi geçireceğiz? Güpegündüz, elinde lambayla dolaşıp, ‘adam arıyorum adam’ diyen Diyojen’e hâlâ hak mı vereceğiz onca iki bin dört yüz sene sonra?

Absürd’ün içinde yaşamaya ne kadar daha dayanabileceğiz? Televizyon karşısına geçip, kendini savunmaya çalışan bir gazetecinin, “hayır ben ruhumu şeytana satmadım, zorluklar karşısında kendimce mücadele ediyorum” sözlerini dinlerken ‘neler oluyor bize’yi sorgulamayı ne zaman terk edeceğiz gönül rahatlığıyla?

Franz Kafka’nın bir sabah uyandığında böceğe dönüşen sıradan insan karakteri gibi hissediyoruz kendimizi çoğu zaman. Etrafımızda sayıları gün geçtikçe çoğalan, egolarına teslim olmuş kifayetsiz muhterislerin seslerini duyanlar böceğe dönüşmeyi yeğliyorlar aynen Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi. Veya saatlerce kaçtıktan sonra yorulup köşeye sinen, kendini avcılara bırakmaktan başka çaresi kalmayan, kimi zaman akan gözyaşlarıyla insaf dileyen, ama kimi zaman da af dilemeyi gururuna yediremeyen bir geyik gibi hissediyoruz kendimizi.

Gücün göz kamaştırıcı yıkıcılığı, egonun mutlak hâkimiyeti hayatlarımıza iyice egemen oluyor.

O halde, kurtuluş nerede? Karamsarlığımız nasıl yok olacak? Umutsuzluğumuzun yükü altında ezilmekte olan varlığımızı, varoluşumuzu nasıl kurtaracağız? Varlıkla hiçlik arasında gidip gelen yorgun varoluşumuzu nasıl düze çıkartacağız? Kötümserliğimizi nasıl yok edebileceğiz?

Kierkegaard, ‘Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’ adlı eserinde ancak ilahi gücün insanı bu düşmüş düzeyden kurtarabileceğini, yani inancın, imanın tek çare olduğunu ileri sürer varoluşçu düşünür olarak.

Lakin kötümserliğe yol açan dış etkenlere, yani diğer insanların davranış biçimindeki tekin olmayan özelliğine bir ilaç sunamaz. Aslında odaklanılması gereken de o noktadır. Af dilemekte olan geyiği bile vurmak isteyen avcıdır, sorunsalın ana omurgası.

Bildiğimiz mutlak bir gerçek var. İnsanlık tarihin başından beri masumiyetini yitirdiği için bu sorunu çözmek kabiliyetimizin sınırları içinde değil. Tevekkül içinde yaşayıp, anlayamadığımız ve kötümserliğimizin nedeni olan kimi gelişmelerin mutlaka bir açıklaması olduğuna ve bunu bizim ileride zamanı gelince anlayabileceğimize inanmaktan başka çare yok!

Kötülük her daim var olacak. Şehzade Mustafa’lar hep azınlıkta kalacak muhtemelen. Ancak duvarların gözenekli olduğunu unutmamak lazım. Duvarın öte tarafındakine ulaşıp birlikte kötülüğe karşı mücadele etmenin insanlık adına en büyük sevap olduğuna ikna olmak lâzım. Bu yeteneğimiz, uygarlığın ve barışın en büyük umudu olsa gerek.

Bu umut da, kötülüğün en büyük düşmanı olacak.