Bu hafta ağımıza takılanlar

• Ülkemizde bir insanı veya bir toplumsal kesimi karalamak ve itibarsızlaştırmak isterseniz, bunun en kolay ve ucuz yollarından biri o kişiyi ya da grubu dış güçlerin özellikle de İsrail’in hesabına çalışmakla suçlamaktır. Çünkü ister sağcı, ister solcu, ister dindar, ister laik olsun, toplumumuzun hemfikir olduğu az sayıdaki konudan biri, Filistin davasına verilen destek ve ABD ile İsrail’e karşı duyulan antipatidir. En son bir üniversitemizin, Türkiye’deki dış politika algısı üzerine yaptığı araştırma sonucu ortada. Bu ankete göre Türkiye için tehdit olarak algılanan ülkelerin başında yüzde 42 ile Amerika ve yüzde 37 ile İsrail geliyor. ABDÜLHAMİT BİLİCİ - ZAMAN

İzak BARON Diğer
15 Ocak 2014 Çarşamba
  • ŞARON, ARALIK 2005’TE KAN PIHTILAŞMASI NEDENİYLE BİR İNME GEÇİRMİŞ, OCAK 2006’DA İSE KOMAYA GİRMİŞTİ. İSRAİL CUMHURBAŞKANI MOŞE KATSAV, O GÜNLERDE HÜRRİYET GAZETESİNE VERDİĞİ BİR DEMEÇTE, “BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN’IN GEÇMİŞ OLSUN TELEFONU ŞARON’U DERİNDEN ETKİLEDİ” DEMİŞTİ

Kimilerine göre “Allah’ın aslanı”, kimilerine göre “Beyrut kasabı”, kimilerine göre de “buldozer”di… Özel yaşamı acılıydı, ama insanlara çok acı çektirdi. İsrail’in asker-siyasacısı Ariel Şaron’dan (86) söz ediyoruz.

İlk eşi Margalit bir araba kazasında öldü. İkinci eşi Lily, Margalit’in küçük kardeşiydi. O da kansere yenik düştü. Üç çocuğundan biri ve ilk eşinden olan oğlu Gur, bir antika silahın patlaması sonucu babasının kucağında öldü.

Şaron’u 1982 yazında Kudüs’te Savunma Bakanlığı’nda Beyrut’u işgali ile ilgi olarak düzenlediği basın toplantısında tanımıştım. Yürüyüşü, gülmeyen yüzü ile tam bir kabadayı görünümündeydi. Yaşamı boyunca çeşitli savaşlara paraşütçü, komando askeri, komutan olarak katıldı.

Yahudilerin kutsal “Yom Kippur (Büyük Gün)” ile denk düşen 1973’teki Mısır savaşında kahramanlığı ile “Allah’ın aslanı” olarak tanındı. 1982’de Başbakan Menahem Begin’e haber vermeksizin, Savunma Bakanı olarak Güney Lübnan’ı işgal etti.

Bir hafta boyunca Kudüs’ten yola çıkıp İsrail tanklarının eşliğinde, bir kiralık araba içinde, bir yabancı meslektaşımla Beyrut’a kadar gitmiştim. Sabahın erken saatinde yola çıkıyor, akşam tankların konakladığı noktadan Tel Aviv’e dönerek haberi yazıyor, sabah yeniden tanklarla buluşuyorduk.

Dikkatimi, İsrail tanklarının üzerine her gün değişik renkte konulan bez örtüler çekmişti. İsrail savaş uçaklarının yanlışlıkla kendi tanklarını bombalamalarını önlemenin amaçlandığını öğrendik. Aklıma 1974 Kıbrıs olayında uçaklarımızın yanlışlıkla Kocatepe zırhlısını batırmaları, iki savaş gemisini de yaralamaları olayı geldi!

(...) Yahudi inançlarına göre ölünün 24 saatte toprağa verilmesi gerekirken, düzenlenecek törene dünyadan çeşitli devlet adamlarının katılımını sağlamak amacıyla geciktirildi.

Güney Afrika’da Nelson Mandela’nın cenazesine devlet başkanları katılırken, Şaron’unkine 3. derece yetkililerin katılmaları dikkati çekti. Türkiye’den ise ne bir katılım olacağı ne de başsağlığı açıklaması yapılacağı öğrenildi. Şaron, Ankara’ya geldiğinde aleyhinde çeşitli gösteriler yapılmıştı.

Şaron, Aralık 2005’te kan pıhtılaşması nedeniyle bir inme geçirmiş, Ocak 2006’da ise komaya girmişti. İsrail Cumhurbaşkanı Moşe Katsav, o günlerde Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte, “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçmiş olsun telefonu Şaron’u derinden etkiledi” demişti.

Özgen Acar

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/29103/_Beyrut_Kasabi__.html#

 

  • ÜLKEMİZDE BİR İNSANI VEYA BİR TOPLUMSAL KESİMİ KARALAMAK VE İTİBARSIZLAŞTIRMAK İSTERSENİZ, BUNUN EN KOLAY VE UCUZ YOLLARINDAN BİRİ O KİŞİYİ YA DA GRUBU DIŞ GÜÇLERİN ÖZELLİKLE DE İSRAİL’İN HESABINA ÇALIŞMAKLA SUÇLAMAKTIR

Ülkemizde bir insanı veya bir toplumsal kesimi karalamak ve itibarsızlaştırmak isterseniz, bunun en kolay ve ucuz yollarından biri o kişiyi ya da grubu dış güçlerin özellikle de İsrail’in hesabına çalışmakla suçlamaktır.

Çünkü ister sağcı, ister solcu, ister dindar, ister laik olsun, toplumumuzun hemfikir olduğu az sayıdaki konudan biri, Filistin davasına verilen destek ve ABD ile İsrail’e karşı duyulan antipatidir.

En son bir üniversitemizin, Türkiye’deki dış politika algısı üzerine yaptığı araştırma sonucu ortada. Bu ankete göre Türkiye için tehdit olarak algılanan ülkelerin başında yüzde 42 ile Amerika ve yüzde 37 ile İsrail geliyor. Dolayısıyla itibarsızlaştırmak için bir psikolojik operasyon yapmak istediğiniz kişi ya da grubu ABD ve İsrail güdümünde göstermek en kestirme yol. Bir de hedefiniz, özellikle bir toplumsal grubu dindar ve muhafazakâr kesim içinde yalnızlaştırmak, şeytanlaştırmak ise bundan daha iyi yafta bulunamaz.      

(...) Özellikle 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla başlayan tartışmada dikkatleri başka tarafa çekmek için kullanılan yaftalardan biri de aynen 2009’daki imha planında denildiği gibi, Hizmet’i İsrail yanlısı göstermek. Bunun için kullanılan en elverişli argüman, Mavi Marmara’da yaşanan katliamdan sonra her zaman müspet hareket yöntemini tavsiye eden Fethullah Gülen Hocaefendi’nin izlenen yönteme dair birkaç kelimelik eleştirisi.

Abdülhamit Bilici

http://www.zaman.com.tr/abdulhamit-bilici/israil-uzerinden-itibarsizlastirma-operasyonu_2192738.html

 

  • AK PARTİ’NİN HİÇBİR ZAMAN İSRAİL KARŞITI BİR ÇİZGİSİ OLMADI

AK Parti’nin hiçbir zaman İsrail karşıtı bir çizgisi olmadı. Başbakan Erdoğan, 2005’te İsrail’i ziyaret etti; Yahudi lobisinden ödül almakta sakınca görmedi. Gazze saldırısı ve Mavi Marmara’ya kadar ilişkiler öyle iyi idi ki Ankara bu sayede Filistin ve Suriye’nin İsrail’le sorunlarını çözmek için arabulucu oldu. Yetkililer bunu, “Bölgede herkesle konuşabilen tek ülke” diye öve öve anlatıyordu.

(...) Dördüncüsü, olay sonrası seviye düşürülse de Türkiye-İsrail diplomatik ilişkisi kesilmediği gibi, krizi çözmek için de gizli açık temaslar sürdü. Mart 2013’teki özür öncesi, krize rağmen İsrail’den gelen turist sayısı önceki yıla göre yüzde 117, ihracat yüzde 44 artmıştı. İki ülke arasında, çoğu THY’ye ait her hafta 67 uçak seferi mevcut. Yani hadiseden sonra hükümet, İsrail ile tüm köprüleri atmış da camia buna itiraz etmiş gibi durum yok.

Abdülhamit Bilici

http://www.zaman.com.tr/abdulhamit-bilici/israil-uzerinden-itibarsizlastirmak-2_2193373.html

 

  • ANTİSEMİTİZM ÖNCELİKLE NESNEL-TOPLUMSAL OLARAK BİR KERE YERLEŞMİŞSE VE SONRA DA ANTİSEMİTİN İÇİNE İŞLEMİŞSE, NASYONALSOSYALİST NÜKTE BAĞLAMINDA EĞER YAHUDİLER OLMASAYDI, HERHALDE ONLARI İCAT ETMEK ZORUNDA KALACAKLARDI, DİYEBİLİRİZ

Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün grup deneylerinde, toplu sürgün ve kitle kıyımıyla ilgili anılarda hafifletici ifadelerin, yumuşatıcı dolambaçların seçildiğine, ya da bu konu çevresinde bir söylem boşluğu oluşturulduğuna sık sık tanık olduk; 1938 Kasımındaki Pogrom için yaygın benimsenen, neredeyse iyimser "Kristal Gece" deyimi, bu eğilimi belgelemekte. Her yerde Yahudiler kaybolduğu halde ve Doğu'da olup biteni yaşayanların bu konuda sürekli susmuş olmaları ki bu onlara dayanılmaz bir yük olmuş olsa gerektir, kabul edilebilir gibi olmadığı halde, o sıralar olan bitenlerden hiç haberleri olmadığını söyleyenlerin sayısı çok yüksektir; bütün bunlardan hiç haberi olmamak tavrıyla, ahmakça ve korkakça bananecilik arasında en azından bir orantı olduğunu varsayabiliriz. Şurası muhakkak ki, nasyonalsosyalizmin kararlı düşmanları olup bitenlerden ta başından beri kesinlikle haberdardılar.

Altı değil de en fazla yalnızca beş milyon Yahudinin gazlandığını tanıt olarak ileri sürmeye utanmayan insanları anlamak her ne kadar güç olsa da, bugün olanları yadsımaya ya da küçültmeye duyulan yatkınlığı da hepimiz biliyoruz. Öte yandan, Dresden sanki Auschwitz'e misillemeymiş türünden yaygın suç hesaplaşmaları da akıl dışıdır. Bu tür hesapların tasarlanmasında, karşı suçlamalarla kendi kendini bilinçlenmekten alıkoymak telâşında, öncelikle insanlık dışı bir şey var. Üstelik örneklerinin adı Coventry ve Rotterdam olan savaştaki çarpışmalarla, milyonlarca suçsuz insanın idari makamlarca öldürülmesi arasında asla bir karşılaştırma yapılamaz. Bu en basit ve en akla yakın masumiyet bile yadsınmaktadır.

İşlenen suçun ölçülere sığmaması, üstelik onu haklı çıkarmaya yarıyor. Üşengeç bilinç, kurbanlar herhangi bir neden yaratmamış olsalardı, böyle bir şey olmazdı zaten, diyerek kendini avutmakta ve bu belirsiz "herhangi bir" de sonra isteğe göre dallanıp budaklanmakta. Göz kamaşmasının yarattığı körleşme, son kerte kurgusal suç ile son kerte somut ceza arasındaki bağıran dengesizliğe hiç aldırmıyor. Kimi zaman da kazananlar, yenilenlerin neşeleri henüz yerindeyken yaptıklarının asıl eyleyenleri haline getirilmekte ve Hitler'in cinayetlerinden de, ona coşkuyla alkış tutanlar değil, erki ele geçirmesine ses çıkarmayanlar sorumlu tutulmaktadır. Bütün bunların budalalığı, aslında yara düşüncesi kurbanlar için geçerli olmasına karşın, bir yaranın, ruhsal bakımdan üstesinden gelinemeyenin göstergesidir gerçekten.

Bütün bunlara karşın suçluluk kompleksinden dem vurmanın yine de dürüst olmayan bir yanı var. Ödünç alındığı ve çağrışımlarını beraberinde sürüklediği psikiyatride bu, suçluluk duygusunun hastalıklı olduğunu, gerçekliğe uymadığını, ruhçözümlemecilerin deyimiyle ruhsal çıkaklı (psikojen) olduğunu anlatır. Kompleks sözcüğü yardımıyla, duygusuna pek çok kimsenin karşı koyduğu, tepki gösterdiği ve en aptalca rasyonalizasyonlarla eğip büktükleri suç, hiç de suç değilmiş, tersine yalnızca onların içinde, ruhsal yapılarında varolan bir duyguymuş sanısı uyandırılmaktadır: korkunç somut geçmiş, kendisini olaylardan etkilenmiş duyumsayanların yalın kurgularına indirgenerek etkisizleştirilmektedir. Ya da sağlıklı ve gerçekçi insan kendini şimdiki zamana ve onun kılgısal amaçlarına hasretmişken, suç zaten kendisi başlı başına bir kompleks, geçmişle yüklenmek hastalıklı olmasın sakın?

(...) Antisemitizm öncelikle nesnel-toplumsal olarak bir kere yerleşmişse ve sonra da Antisemitin içine işlemişse, nasyonalsosyalist nükte bağlamında eğer Yahudiler olmasaydı, herhalde onları icat etmek zorunda kalacaklardı, diyebiliriz. Antisemitizmle öznelerde savaşılacaksa, çoğuna karşı sağır oldukları ya da istisnalar olarak nötralize ettikleri belgelenmiş gerçeklere işaret ederek bir yere varılacağı sanılmamalı. Bunun yerine akıl yürütmenin, daha ziyade hitap edilen öznelere yöneltilmesi gerekir. İçlerinde ırk önyargısına neden olan mekanizmaların bilincine varmaları sağlanmalıdır.

Aydınlatma olarak geçmişin işlenmesi, özellikle özneye bu tür yaklaşımla onun kendi kendinin bilincini ve giderek kendi benliğini güçlendirmesi yoluyla olabilir. Aydınlatma, insanların içinde varolduğunu varsaymak zorunda kaldığımız ruhbilimsel yatkınlıklara tamı tamına ayarlanmış bir kaç çift propaganda hilesinin bilinmesiyle bağdaştırılmalıdır. Bu hileler katı ve sınırlı sayıda olduklarından, bunları kristalize etmek, tanımak ve bir tür koruyucu aşı gibi kullanmak pek öyle güçlük de çıkarmaz. Bu tür öznel aydınlatmanın uygulamada gerçekleştirilmesi sorunu ise ancak, bugün disiplinlerinden beklenen bilimsel nesnellik mazereti arkasına saklanıp, en önemli ve acil görevden kaçmaya yeltenmeyen eğitbilimci ve ruhbilimcilerin birlikte çaba göstermeleriyle çözümlenebilir herhalde.

Theodor W. ADORNO

http://www.bianet.org/bianet/siyaset/152664-gecmisin-islenmesi-ne-demektir

 

  • İNSANLARIN BİRBİRİNİ BOĞAZLADIĞI BİR ÇAĞDA, 500 YIL ÖNCE ATALARIMIZIN, SOYKIRIMA UĞRAYAN TOPLUMLARA YARDIM ELİNİ UZATMASI BENİ GURURLANDIRDI

 ‘’500. Yıl Vakfı – İnsanlığın yüz akı. Türkiye’de faaliyet yürüten binlerce sivil kitle örgütlerinden biri. Merak ettim, araştırdım! 500. Yıl Vakfı’nın genel merkezine üşenmedim, mektup yazdım. İlgi gösterip mektubuma cevap verdiler. Edindiğim bilgiler beni hem şaşırttı, hem üzdü hem de gururlandırdı.

Şaşırdım; çünkü 500. Yıl Vakfı’nın kurucuları T.C vatandaşı Museviler bize şükran duygularını gösterebilmek için insanlığa bu vakıf vasıtası ile haykırıyorlar. Tarihin tozlu sayfaları arasına sıkışmış insani bir faaliyetimizi gün yüzüne çıkarıp bizi dünyaya anlatıyorlar.

Üzüldüm: Hamiyetperver Musevi vatandaşlarımız olmasa bizim bizden haberimiz yok.

Gururlandım: İnsanların birbirini boğazladığı bir çağda, 500 yıl önce atalarımızın, soykırıma uğrayan toplumlara yardım elini uzatması beni gururlandırdı.

Türkiye’de yaşayan Musevi vatandaşların deyimiyle ‘’İnsanlığın yüz akı’’ diye adlandırdıkları bu tarihi olayı sizinle paylaşmak istiyorum.

1492 yılında Avrupa’nın en batısında Gırnata İslam devleti İspanyollara teslim oldu. İspanya kralı teslim şartnamesinde sivil insanların dini hürriyetlerine, can ve mallarına dokunulmayacağı garantisini vermişti. Kral sözünde durmadı. Katolik inancına göre kafirlere verilen sözün bir ehemmiyeti yoktu.”

(...) “Bugün Türkiye’de yaşayan Yahudi cemaati 500 yıl önce Osmanlı devletinin kurtardığı Yahudilerin torunlarıdır.

1492 yılında yaşanan bu acının 500. Yılında yani 1992’de bir vefa örneği göstererek o günlerin hatırasını yaşatmak, gelecek kuşaklara aktarmak ve insanlığa bir ibret belgesi olarak sunabilmek için ‘’500. Yıl Vakfı’’nı kurmuşlardır. ‘’İnsanlığın yüz akı’’ diye de adlandırılan vakıf halen faal olarak çalışmaktadır. Faaliyetlerini daha çok yurt dışına yönelik yabancı dillerde sürdürmektedir”

Almina Kahveci

http://www.haberalanya.com.tr/root.vol?title=ohep-39li-ogrenciden-tarihi-arastirma&exec=page&nid=603861

 

  • “ERMENİ, RUM, YAHUDİ LOBİSİ” DEDİĞİNİZ ANDA NEYİ KASTETTİĞİNİZDEN ÇOK TOPLUMUN BÜYÜK BİR KESİMİ TARAFINDAN NE ANLAŞILDIĞI ÖNEMLİ. BU TİP CÜMLELER KURARKEN SIK SIK BAHSETTİĞİNİZ TOPLUMLARIN BURALARDA ACI TECRÜBELERİ HATIRDA TUTUP KONUŞMAK FAYDALI OLACAKTIR, HELE Kİ ARKANIZDA TAVİZSİZ BİR HALK DESTEĞİ VARSA

Ermeni, Yahudi ve Rum paralel devletlerinin Öcalan'ın yakalanmasından tutun, Gladyo'ya ve birçok

mühim vakaya temas ettiğini okuyoruz, tek bir kişi bile somut bir şey söylemeye gerek dahi duymuyor, gerek duyulmuyor; zira Öcalan'ın böyle bir şey söylemiş olması yeterli.

Tekadamcılık; sosyalist, ulusalcı, muhafazakâr, etnik köken ayırmaksızın toplumun tüm dinamiklerine nüfuz etmiş habis bir tümör. Her ne kadar tekadamcılık eleştirilerinden nasibini şu sıra yalnızca ulusalcı kesim alsa da; durum, Kürtler, sosyalistler, muhafazakârlar için de pek farklı değil. Bahsi geçen azınlıklarınsa böyle bir lider figürü yok, dolayısıyla liderinin minyatürleri olan sıradan insanlar bu kesimlere hitap ederken nasıl muamele edeceklerini bilmediklerinden şu cümle istisnasız tekrarlanıyor: “Hrant olsaydı…”

Elbette, keşke Hrant olsaydı! Fakat Hrant Dink'in yaşam mücadelesi ve mizacı hasebiyle kendisi üzerinden “makbul ve de makul Ermeni” portresi oluşturmak ve Türkiyeli Ermenilere,  Ermeni gazeteci ve aydınlara daima bunu dikte etmek, en hafif ifade ile ayıp ve anlamsızdır. Türkiye'de söz konusu azınlıklar olduğunda dengeler son derece hassas, bu da “Hrant olsaydı” cümlesinin içinde saklı, Hrant yok.

Diğer taraftan, “Ermeni, Rum, Yahudi lobisi” dediğiniz anda neyi kastettiğinizden çok toplumun büyük bir kesimi tarafından ne anlaşıldığı önemli. Bu tip cümleler kurarken sık sık bahsettiğiniz toplumların buralarda acı tecrübeleri hatırda tutup konuşmak faydalı olacaktır, hele ki arkanızda tavizsiz bir halk desteği varsa.

Gizem Asya Genç

http://agos.com.tr/haber.php?seo=azinlik-lobilerini-suclamak-muktedire-oykunmek&haberid=6424

 

  • SİYONİZMİN YAYILMA HIZI ANTİSEMİTİZMİN YAYILMASIYLA ATBAŞI GİTTİ. ÇARLIK RUSYA POLİSİ “ZİON PROTOKOLÜ” DENEN SÖZDE SİYONİST İLKELERİ İÇEREN ÇAKMA BİR KİTABI DA ORTAYA ATTI. OLAYLARIN NETİCESİNDE SAĞ CENAH GERİLEDİ AMA DREYFUS’ÜN CEZASI SADECE HAFİFLETİLDİ

Dört yıl sonra 13 Ocak tarihli L’Aurore gazetesi, ünlü yazar Emile Zola’nın ilk sayfayı kaplayan makalesi ile yayımlandı. “J’accuse! / İtham Ediyorum!” başlıklı makale yüzbaşının masumiyetini savunuyor,  genelkurmayı ve yargıçları suçluyor ve yeniden yargılama istiyordu. Böylelikle Dreyfus’ü tutan ürkek kalabalığın vicdanını Emile Zola seslendirmişti. Kendisine, yakın gelecekteki Fransa’yı yönetecek Clemanceau, Jean Jaures gibi politikacılar da destek oldu.

 Zola bir sosyalist miydi? Evet. Laikti, edebiyattaki rolünü, ünlü Marksist Plehanov “natüralist materyalizm” diye betimleyip adamakıllı tenkit eder. Ordu onu mahkemeye verince, Zola mahkum edildi, temyiz safhasından önce de İngiltere’ye sığındı.

Sokak birbirine girmişti. Aileler bile bölünmüş, kardeşler birbirine düşman olmuştu. Din ve laiklik, kozmopolitizm ve aşırı milliyetçilik, Fransız İhtilali’nin getirdiği kardeşlik ilkeleriyle ortaçağdan kalma Yahudi düşmanlığı birbirine girmişti. Fransa’nın bu halini seyreden Avusturyalı Yahudi gazeteci Theodor Herzl kararını verdi; kendisinin de savunduğu laik, dini önyargılardan kurtulmuş bir toplum pek gerçekleşemeyecekti. Hele Yahudiler için bu söz konusu olamazdı. Çözüm Yahudi Devleti’nin kurulmasındaydı. “Juden Staat / Yahudi Devleti” tezini çok geçmeden bastırdı. Avrupa’nın kibar ve okumuş Yahudi çevrelerinde taraftar bulamadıysa da Doğu Avrupa Yahudiliği kendisini alkışladı. Fransa’da Dreyfus olayı ve güçlenen antisemitizm modern siyonizmi yaratmıştı.

Siyonizmin yayılma hızı antisemitizmin yayılmasıyla atbaşı gitti. Çarlık Rusya polisi “Zion Protokolü” denen sözde Siyonist ilkeleri içeren çakma bir kitabı da ortaya attı. Olayların neticesinde sağ cenah geriledi ama Dreyfus’ün cezası sadece hafifletildi. Zola dönmüştü. 1902’de oturduğu apartmanda, duman zehirlenmesi sebebiyle öldü. Taraftarları evin bacasını tıkayanların Yahudi düşmanı muhafazakarlar olduğunu iddia etmişti. Sonra asıl casusun Estherhazy adlı bir subay olduğu kendi itirafıyla da sabit oldu.

İlber Ortaylı

http://cerideimulkiye.com/?p=35805

 

  • Netten okumalar
  • YİNE Mİ İSRAİL SUÇLU? – UMUT ELMAS

http://www.cafesiyaset.com/yine-mi-israil-suclu-_396732.html

 

  • MÜLTECİLER, İSRAİL VE TÜRKİYE - ZEYNEP KOSEREİSOGLU

http://ortadogupolitik.blogspot.com/2014/01/multeciler-israil-ve-turkiye.html

 

  • İSRAİL'İN KASABI, İSLAM DÜNYASININ KASAPLARI – NUH ARSLANTAŞ

http://nuharslantas.com/Yz-102-Israilin-Kasabi-Islam-Dunyasinin-Kasaplari-tr.html