İstanbul’dan Amerika’ya uzanan yaşam öyküsü

İstanbul teknik Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra devletten aldığı bir burs ile eğitimine Amerika’da devam eden Altan Gabbay o gün bugündür hayatını orada sürdürüyor. İstanbul’dan Amerika’ya uzanan hayat hikâyesini kendi ağzından dinledik

Dora NİYEGO Toplum
8 Ocak 2014 Çarşamba

  İstanbullu musunuz?

Evet, İstanbulluyum. Annem babam da İstanbul’da doğmuşlar. Ben 1950 yılında Taksim Fransız Pasteur Hastanesi’nde doğduğumda babaannem ve dedem beş on yıl önce rahmetli olmuşlardı. Bu sebeple, onları ancak annem babamla oturduğumuz ufak apartmana zar zor sığan birkaç antika eşyalarından ve büyük bir dolap üzerinde duran iki büyük boy portre fotoğraflarından tanıyacaktım. Bu dolap rahmetli annemin ‘bibliothèque’ dediği ve babam hariç hiç kimseye dokundurmadığı kilitli büyükçe bir dolaptı. Savaştan sonra, babamın birçok kuzeni, Tel Aviv, Kahire, Atina, Paris, Karakas gibi birbirlerinden epey uzak yerlere göç ettiler. Babamın kardeşleri de İngiltere’ye varıp, orada mühendislik hayatına atılınca, babam ister istemez babasının Sirkeci’deki eski yazıhanesinde iş hayatına başlamış. Önceleri, toptan kumaş ticareti yapıyordu. Ailemizde, herkeste İngiliz Morley yünlülerinden bir iki örnek bulunurdu. Bugün halen o marka bir boyun atkısı dolabımda asılı durur; soğuk kış günlerinde kullanırım.

  Hangi semtte oturuyordunuz?

Ayazpaşa’da Selime Hatun Camii Sokağı’nda oturuyorduk. 6 Eylül 1955’te, henüz okula başlamamıştım. Amcam İstanbul’a geri dönüp yerleşmiş ve yeni bir işe girmişti. O gece Çekoslovakya kökenli İngiliz eşi ve kuzenimle birlikte apar topar bize geldiklerini hatırlıyorum. Hep beraber kapı komşumuzun evine doluşmuş, eli sopalı insanların bağıra çağıra geçişlerini pencerelerden izlemiştik. Kapıcılar zar zor, şehir eşkıyalarının apartmanlara dadanmalarını önleyebilmişlerdi. Fakat cami karşısındaki Rum bakkal dükkânı talan edilmişti. Amcam ve ailesi, o yılın sonunda İngiltere’ye geri dönmüşlerdi.    

  İlkokulu nerede okudunuz?

Ben 1956’da Şişli On Dokuz Mayıs İlkokulu’na gitmeye hazırlanırken, babam da bir taraftan askere gitmeye hazırlanıyordu. Kapıya gelen polis ve jandarmaların babamın askerlik görevi ile ilgisini anlamıştım, ama üniversite yıllarında kurucuları arasında bulunduğu İstanbul Yüksek Tahsil Derneği ile alakasını bilmiyordum. Bildiğim tek şey, babam askerliğini yaparken Ayazpaşa Saray apartmanı zemin katındaki ufak iki odalı daireyi terk edip, anneannemlerin oturduğu Elmadağ Turna Sokak Arif Paşa Han’a yerleşeceğimizdi. İlkokulu dedem, anneannem, annem ve teyzemle birlikte okudum diyebilirim. Dedemin, bir zamanlar bir kibrit fabrikası varmış, alkol, sigarayla birlikte kibritler de Tekel’e devredilince, dedem bir müddet işsiz kalmış, sonradan da sigortacı olmuş. Sabahları sigorta poliçelerini hazırlar, öğleden sonra müşterilerine uğrardı. Müşterilerinden Melek fabrikasını hatırlarım, oradan bana çiklet getirirdi. Bir gün, İlk Yardım Hastanesi’ne kaldırılmış olduğu haberini aldık. Beyoğlu’nda karşıdan karşıya geçerken, bir otobüs çarpmış ve dedem oracıkta can vermiş.

  Dedenizin vefatı sizi çok etkilemiştir herhalde, kaç yaşındaydınız?

On yaşındaydım. İlkokulla birlikte, anneannemin evi Arif Paşa Han da benim için eski bir hatıraya dönüşüyordu. Anneannemin bütün ailesini o binada tanımıştım. Anneannemler dokuz kardeştiler. 1917 Selanik yangınından sonra, dayıları Emanüel Karasu zorda kalan bütün aileyi İstanbul’a getirtmişti. Anneannemin kardeşiyle o binada kapı komşusuyduk. Tüm aile bayramlarda ve Şabat günleri hep orada toplanırdık. Merdivenlerde yaşlıların konuşmalarını duyduğumda, aynı cümlenin içine, Ladino, Rumca, Ermenice, Türkçe kelimeler karıştırdıklarının farkında bile değildim. Türkçeyi genellikle bakkal veya manavın çırağı kapıya geldiğinde duyardım.

  Babanız askerden döndüğünde yaşamınız nasıl değişti?

Babam yedek subay üniformasıyla askerden geri döndüğünde kendisini, neredeyse tanıyamamıştım, bıyık bırakmıştı. Annem ve babamla tekrar Ayazpaşa’ya yerleştik. Ancak dini bir vecibeyi yerine getirir gibi, her hafta sonu anneannemlerin evindeydim. İlköğrenimimi Fındıklı Namık Kemal Okulu’nda bitirdim. Şimdi baktığımda Arif Hikmet Paşa’nın Osmanlı devrini geride bırakıp, Ayas Mehmed Paşa ile Cumhuriyet devrine girdim diyebilirim.

  Lise yıllarınızdan bahsedebilir misiniz?

Ortaokul-lise yaşları malum, çocuğun bağımsızlaşma çağı sayılır. Mahalleli iyi bir grubumuz vardı, arkadaşlarımın aşağı yukarı hepsi Müslüman’dı ama din, mezhep gibi unsurlar aramızda bir ayırımcılık meselesi değildi. Çoğumuz yabancı liselerde okuyorduk ve Fransızca, Almanca veya İngilizce biliyorduk. Beatles, Rolling Stones dinliyor, saç kestirmekten kaçınıyor, favorileri uzatıyor ve her hafta gittiğimiz yabancı filmlerde Filmatik altyazı tercümelerde yanlışları bulup, aramızda tartışıyorduk. Yaz aylarında daracık çıkmaz sokakta futbol, güreş, kalkan-kılıç ve bisiklet yarışmalarına kadar, aklımıza esip de teşebbüs etmediğimiz spor yoktu.

Deniz mevsimi gelince, annem ve babamla hafta sonu programımız Kalpazankaya idi. Cumartesi günleri, sabahtan annemin hazırladığı piknik sepetiyle Burgazada’ya giderdik. Adanın arkasındaki Kalpazankaya’ya vardığımızda, İbrahim Bey sabah Kuzguncuk’tan bindiği ilk vapur ile çoktan gelmiş olurdu. Çoğu kez, onu kayaların altına sakladığı kazma küreğiyle ilerideki bir mağaraya doğru patika açmak için çalışırken veya denizde sırtüstü dinlenirken bulmak mümkündü. Ara sıra babamla birlikte, biz de patikayı biraz genişletebilmek için kazma kürek sallamıştık. Karşıda görünen Sivri ve Yassıada’ları hep merak ederdim. “Bir teknemiz olsa da gidip yakından görebilsek” derdim. Akşamları evde radyoda Yassıada mahkemelerini dinlerken, büyük teyzemin kocası Yusuf Salman’ın (Jozef Salmona) Demokrat Partili olduğunu ve Yassıada’da kalp krizinden öldüğünü çok sonradan öğrenecektim. Adada bazı büyük teyzelerimizin evleri vardı, kulübe aza idiler, ara sıra onlara misafirliğe giderdik, ama aslen Kalpazankaya’lıydık. Teknelere merakım da orada başladı diyebilirim. Şimdi boş vakitlerimde yelkencilik dersi veriyorum.

  Babanızın politik hayatı sizi nasıl etkiledi?

1963 Talat Aydemir ayaklanma girişiminin ertesi günü, evimize polis gelip babamı aldıklarında, Saint Benoit’da okuyordum. Babamın kütüphanesini arayıp çıkardıkları bir kutu dolusu kitap-kâğıtla masa üzerinde duran William Shirer’in ‘The Rise and Fall of the Third Reich’ adlı kitabını alıp gitmelerine aklım hiç ermemişti. Babamın her akşam geç saatlere kadar Türkiye İşçi Partisi Beyoğlu İlçe Merkezi’nde çalıştığını biliyordum, fakat sorun komünistlik ise, Nazi Almanya’sını anlatan bir kitap yasak mıydı? Gerçi İngilizcem yoktu ama resimlerin altındaki bazı yazılardan bir şeyler okuyup anlayabilmiştim. Birkaç gün sonra, babam serbest bırakılıp, hiçbir şey olmamış gibi eve döndüğünde, hangi kitapların yasak olduğını öğrenmeye çalışacaktım, ama aslında evdeki kitapları okumaktan pek hoşlanmıyordum. İngilizce bir yana, Fransızca olanları bile bana ağır geliyordu, hele Türkçe kitapları anlamak için Osmanlıca–Türkçe lügat gerekiyordu. Mike Hammer ve James Bond’un Türkçeleri çıkmıştı, onları okumak çok daha zevkli idi. Babamın kitapları arasında, Henri Bergson ve Georges Politzer üzerine bir kitap bulup okumuştum, bu da daha sonra, arkadaşlarımla diyalektik materyalizm tartışmalarına girişmek için yeterli sebepti.

  Türkiye’den ayrılmayı düşünür müydünüz?

Avrupa’ya bir iş seyahatine gittiğinde, babam bir de Avrupa karayolları atlası getirmişti. Gerçi otomobilimiz yoktu ama yeni bir bisikletim vardı. Bir iki arkadaşla Paris’e bisikletle nasıl gideceğimizi, gün saat ve kilometreleriyle birlikte birkaç sayfada özetleyivermiştim. Nitekim, bir arkadaşla bir gün, Taksim’den Belgrad Ormanı’na, başka bir gün ise başka bir arkadaşla Kanlıca’ya kadar bisikletlerimizle gidip dönmeyi başarmıştık. Bu denemeler her nedense planımın geçerliliğini ispat etmeye yetişmedi ama hava pek kötü olmadığında işe gitmek içim halen bisiklet kullanırım.

  Üniversiteyi nerede okudunuz?

İTÜ’de okudum. 1974’te Temel Bilimler Fakültesi Meteoroloji Bölümü’nü bitirdiğimde, lisans üstü öğrenim imkânları çok kısıtlıydı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı bir sınavla, yurt dışında resmi burslu öğrenci olarak okuma imkânı çıkınca, profesörümüz Melih Erkmen’in de teşvikiyle, “Yankee Go Home” gösterilerine katılmayı bırakıp, 1975’te kendimi ABD’de buldum. Geliş o geliş. MEB’den burslu öğrencilerle birlikte yazıldığım İngilizce lisan kursunda, öğretmen okullarından İmam Hatip mezunlarına kadar, oldukça geniş bir Türk öğrenci dayanışmamız vardı. Maryland Üniversitesi’ne başladığımda, orada da Türk arkadaşlar bulmak zor olmadı. Ama derneğimiz yoktu. Bir Türk Öğrenci Derneği kurduğumuzda, bazen cuma akşamları Türk geceleri tertipliyor, Türk yemekleri hazırlıyor, Türkiye’den filmler gösteriyorduk. Burslu öğrenciler arasında, mecburi hizmetini yapmadan ceza miktarlarını ödememe rağmen, Amerika’da kalmayı seçenlerdenim. NASA’da atmosferi uzaktan algılama analizleri üzerine yirmi beş yıl çalıştım. Bir ara işsiz kaldım. Şimdi, üç yıldan beri, atmosfer kirliliği konularında EPA’de (Environmental Protection Agency) çalışıyorum.

  Ev hayatınızdan bahsedebilir misiniz?    

1981 yılında eşimi tanıdım, 1984’te evlendik, 1988’de bir kızımız doğdu. Bölgedeki Jewish Community Center’a üye olup, kızımızı yüzme derslerine yazdırdık. Bat-mitzva yaşı yaklaştığında, arkadaşların tavsiyesiyle, bir Reconstructionist Sinagog’a gitmeye başladık. O zamana kadar, evde kutladığımız dini bayramlar Pesah ve Hanuka’dan ibaretti. Kızımız halen, bir zamanlar Hanuka mumları ile birlikte kurduğumuz Noel ağaçlarını özler. Bu sembollerin anlam ve önemini kendisi takdir edecek veya kritike edebilecek bilgi ve güveni edindiğini görmekten memnunum.

  Bulunduğunuz yörenin Yahudi yaşamından bahseder misiniz?

Bildiğiniz gibi, ABD’de çeşitli sinagoglardan başka, oldukça da zengin bir Yahudi kültürü gelişmiş bulunur. Hatta İsrail dahil, bütün dünya kültürlerini etkileyebildiği söylenir. Bizim burada, nonamız Flory Jagoda’nın başlattığı, ‘Vijitaz de Alhad’ (Pazar Günü Ziyaretleri) grubumuz sayesinde, ayda bir kez toplanıp biraz Yahudice (yani Ladino) denilen lisanda, kendi Sefarad kültürümüzün gidişatı hakkında biraz sohbet edebilme imkânını buluyoruz.

  Bugünkü yaşantınızdan farklı olan ve en çok özlemini çektiğiniz şeyler var mı?

İstanbul’u özlememek mümkün mü? Hele 1950’lerde annemle öğleden sonraları gidip klasik batı müziğinden vals ve tangolara varana kadar çeşitli canlı müzikler izlediğimiz Taksim Gezi Parkı’nı bu yıl gençlerin gösterileri dolayısıyla uzak TV ekranlarından canlı izleyip anımsadıktan sonra, “insan şehirden gider ama şehir insandan gitmez” diyebilirim.