Soli Özel: Bu kavganın galibi olmaz

Habertürk Gazetesi köşe yazarı ve Kadir Has Üniversitesi öğretim görevlisi Soli Özel ile Türk ve dünya gündemindeki konuları konuştuk, Türkiye’nin içinde bulunduğu AKP-cemaat kavgasından, 2014’ün çözüm bekleyen en kritik konuları olan Suriye, ABD-İran yakınlaşması ve İsrail-Filistin barış görüşmelerini tartıştık

Karel VALANSİ Türkiye- Dünya
2 Ocak 2014 Perşembe

Türkiye içindeki kavgayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün olanlar teorik olarak baktığınızda zaten olması beklenen şeyler. Şiddetini veya zamanlamasını kestirmek belki mümkün değildi ama Hakan Fidan’ın ifade vermeye çağrılmasıyla savaş ilanı yapılmıştı. Bunun daha da kızışarak süreceğini bekliyorduk. Neden tam seçimlerden önce diye sorsak da Başbakan dershaneleri kapatma hamlesiyle karşı taarruzda bulunmuş oldu. Gülenciler de buna 17 Aralık’ta hakikatten ağır bir cevap verdiler. Basındaki bir takım sözcüleri aracılığıyla da ima ettikleri gibi Süleyman Demirel’in deyimiyle “Turpun büyüğü heybededir,” dediler. Birçok görevden alınmaya rağmen 17 Aralık benzeri şok yaratacak güçleri hâlâ var mı onu da önümüzdeki haftalarda göreceğiz.

 

Yolsuzluktan farklı bir yöne kaydırılıyor konu…

Bu kavganın arka planına baktığınız zaman, yolsuzluk meselesiyle hiçbir şekilde hesaplaşmayan bir ülke görüntüsü var. Devletin kurumsal yapısının çürümüş olduğunu gösteren bir durumla karşı karşıyayız ve belki de tüm cumhuriyet tarihinde olduğu gibi hukukun ancak siyasi mücadelenin bir parçası olarak anlam taşıdığını görüyoruz. Bu da modern ve makul bir devlet olma konusunda doksan yılda bir arpa boyu yol alınamadığını gösteriyor ki bu bence en hazin olanı. Bu kavganın kazananı olmaz, bu kavganın ancak kaybedenleri olur ve bina yıkılırsa hepimizin üzerine çökeceğine göre de taraf tutmak anlamsız. Tek züğürt tesellimiz “her şerden bir hayır çıkar,” diye ummak ama bunun da kısa sürede gerçekleşeceğini sanmıyorum.

 

Devamlı bir günah keçisi arama durumu var. Gezi’de de böyleydi, Faiz lobisi, Yahudi diasporası…

Bu Türkiye’deki tartışmanın çapsızlığının göstergesi. Türkiye’de kendi içine bakarak hataları analiz etme geleneği çok zayıf, bir günah keçisi bulmak her zaman daha kolay. Bu tabi başbakan düzeyinde yapıldığında da, imam-cemaat ilişkisini hatırlatan bir durum ortaya çıkıyor. Başbakan söylerse, onun kadar konulara vakıf olmayan insanların ne düşünmesini bekliyorsunuz. Bir köşe yazarı “İsrail güdümlü Amerikan operasyonu” dedikten sonra, çok daha az eğitimli insanların zırvada ısrar etmesinde şaşılacak bir şey bulmuyorum, ama üzülecek çok şey buluyorum.

 

Antisemitizm açısından bakınca olaya, bu gibi durumlarda Yahudi yerine genelde İsrail, Siyonist kelimeleri kullanılsa bile sonuç aynı; antisemitizm artıyor…

Türkiye’de antisiyonizm ile antisemitizm arasındaki çizgi çok belirgin değil. Dünyanın başka yerlerinde de bu böyle. İsrail’in politikalarına karşı olmakla, antisiyonist veya antisemit olmak çok karıştırılıyor. İsrail Devleti de bu karışıklığın yapılmasından gayet memnun. Özellikle 1980’lerde daha ısrarlı olarak, İsrail’e yönelik her şeyin Yahudilere yönelik bir saldırı olduğunu büyük bir iştahla savundular. Bu da zaten var olan algıyı daha da beter körükledi. Aynı köşe yazarından gidersek, onun antisemit değil oportünist olduğunu düşünüyorum.

 

Evet ama halka yansıması bu şekilde olmuyor, Yahudi karşıtlığı artıyor…

Doğru. Başbakanın Mavi Marmara ve Gazze söylemlerine bakın. Orada şöyle bir fark koyuyor; benim Yahudilerim iyidir, diğerleri kötü. Ne de olsa tebaamız, bu toprakların havasını soluyup suyunu içtiklerine göre onlar kötü olamaz ama diğerleri şöyledir böyledir. Buna inanacak beklenmedik sayıda insan ve daha makul olacağını düşündüğünüz insan var Türkiye’de.

 

Türkiye-İsrail ilişkilerinde normalleşme bekliyor musunuz? Ali Babacan en son bir açıklama yaptı bu konuda…

Türkiye’yi çok yakından izleyen İsrail İkinci kanalının muhabiri Arad Nir “Türkiye İsrail’in tazminat konusundaki pozisyonuna daha sıcak bakıyor,” dedi. Arka planda bir şeyler olacağını sanıyorum. Türk dış politikasında hızlı bir geçtiğimiz yılın hasarını toparlama gayreti var. Başbakan’ın tercihi resmi düzeye yansıtmadan ilişkileri rayına oturtmak. Ama Amerikalılar bu durumdan çok rahatsızlar ne de olsa Amerikan Başkanı özrün gerçekleşmesinde büyük rol oynadı. Anladığım kadarıyla İsrailliler de artık işleri masa altından götürmeyi istemiyorlar. Ancak, Gülen’in arkasında İsrail ve ABD var denirken Başbakan’ın İsrail ile ilişkileri açıkça normalleştirmeyi göze alabileceğini sanmıyorum. En azından yerel seçimlerden önce sanmıyorum.

 

Kılıçdaroğlu ABD ziyaretinde “Biz olsaydık Mavi Marmara olmazdı” dedi. Çok eleştirildi. Onun demek istediği ile burada algılanan farklıydı oysa…

Onun demek istediği hükümet Mavi Marmara’nın gitmesine izin vererek kendince siyasi bir yatırım yaptı ama hatalı bir iş yaptı. O dönemin CHP yönetiminden de bunu söyleyenler olmuştu. İsraillilerin kendi resmi raporlarının da gösterdiği gibi yaptıkları işi ellerine yüzlerine bulaştırmalarının neticesinde, bir felaket oldu ve dokuz kişi katledildi. İsrail istediği kadar çakı vardı desin, buna inanacak insan bulmak zor. Öte yandan Mavi Marmara’nın gidişi meselesinde de Türk hükümeti “Biz çok engellemeye çalıştık ama otoritemiz yoktu,” dediğinde çok ikna edici olamıyor.

 

En önemli gelişme ABD-İran yakınlaşması. İki ülke arasında bir güven eksikliği vardı bunu aşabilecekler mi? ABD İsrail’i kandırıp İran-İsrail görüşmelerini başlatabilir mi? Bir de Suudi Arabistan var…

Her iki ülkenin içindeki dinamiklerin çıkılan yolun önünü açacağını mı tıkayacağını mı kestirmek mümkün değil. Çıkabilecek herhangi bir olay işi rayından çıkarabilir. Geniş perspektifte baktığınızdaysa büyük bir yeniden yapılanmaya gidiyor Ortadoğu. Bir de şunu öğrendik, Ruhani seçilmeden önce ABD ile İran arasında müzakereler başlamış.

 

Bir projenin adamı zaten Ruhani…

Ruhani hakikaten bir proje. Rejimin hem dünya ile barışmasını sağlayacağı ümidi, hem de 2009’da kaybettiği meşruiyeti İranlı orta sınıfın indinde kazanma amacıyla ortaya çıkardığı bir alternatif o. Yapısal olarak baktığınızda İran-ABD yakınlaşmasının bir canım cicim noktasına gelmeyecek olsa bile bu mecrada devam edeceğini, İran’ın nükleer programında daha kontrollü bir noktada olacağını varsayıyorum. İran belki bomba üretecek hale gelecek ama bomba sahibi olmayacak. Sünni kamp mezhep savaşını kendi çıkarlarına uygun görüyor ama ben İran için böyle olmadığını düşünüyorum. Türkiye ile birlikte Suriye’de bir ateşkesin talepkarı olmasını bu bağlamda değerlendiriyorum. O yüzden de Türkiye ile ilişkisini birazcık düzeltmek onların da işine geldi.

 

Her iki ülkenin içindeki dinamikler dediniz. Hangi koşullar bu yakınlaşmayı doğurdu?

İran’ın içeride ciddi ekonomik sıkıntıları var. Şunu da unutmayalım 2009’da çok ciddi bir meşruiyet kaybına uğramış bir rejimden bahsediyoruz. Dolayısıyla dünyayla bir şekilde daha rahat bir ilişki içine girmeyi arzu ediyor. ABD açısından baktığımızda da Irak fiyaskosu ABD’de dış politika seçkinlerinin bile bakışını değiştirdi. Bunu bilgiye dayanarak söylüyorum, iki sene önce “Bu İranlılar da çok oldu gidip şunları vuralım” teması, Amerikan seçkinlerinde oluşmuştu. Bugün ise o lafları söyleyenlerin bir kısmı sürece destek verilmesinin, riskin alınmasının gerektiğini söylüyor. Sebebi ise ordu ve toplumun hiçbir şekilde bir savaşa daha girmeye iştahı olmaması. Obama da zaten gelmeden önce ülkeyi farklı bir rayın üzerine oturtma sözünü vermişti. Bir de Amerika’nın hegemonik konumunu sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu kaynakları çok daha kısıtlı geçmişe göre. ABD ile İran’ın şah döneminde gayet iyi işbirliği yapmış olduğunu, İran’ın körfez güvenliği açısından Arap ülkelerinden çok daha güvenilir olduğunu düşündüğünüzde mantıki olarak bu ilişkinin ileriye gitmesi gerekiyor. Ama dediğim gibi içerdeki kontrol edilemeyecek unsurların buraya nasıl dinamit koyacaklarını kestiremem.

 

İsrail ve Suudi Arabistan bu yakınlaşmadan oldukça rahatsızlar…

Ben tüm bunları Nixon doktrinine bağlarım. Nixon doktrinine göre, hatırlayın 1967 Savaşı’ndan iki yıl sonradır, körfez güvenliği İran ve Suudi Arabistan tarafından sağlanacaktı, İsrail de bunun gizli ortağı olacaktı. O dönemde Suudi Arabistan elinde sopa tutamadığı için İran jandarmalık yaptı ama devrim bunu değiştirdi. Devrim olup üçlünün sacayağın biri düşünce Suudi Arabistan ve İsrail’in önemi arttı ve şımarıkça hareket etme imkânı buldular. ABD Suudi Arabistan’ın cihatçıları desteklemesini hiçbir zaman eleştirmedi hatta Afganistan’daki mücadelede Suudi Arabistan’a finanse ettirdi. İsrail ise 1978 yılından özellikle de 1982’den itibaren kendi başına buyruk hareket edip bu avantajı çok kullandı. Irak Savaşı’nın İsrail’in o anlamdaki gücünü kırmış olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı’nda ABD’nin kimine göre ikircikli kimine göre nötr tavır almasını Şii-Sünni bölünmesinde ABD Şii tarafını tutmaya başladı olarak görüyor, çok emin değilim. Bence İran’dan yana olumlu bir bakış şekilleniyor çünkü İran daha oturaklı bir devlet.

 

Önümüzdeki dönemde ABD-İsrail ilişkileri nasıl olacak?

Ortadoğu’ya bakarken İsrail’in ABD politikası üzerindeki neredeyse mutlak gibi gözüken etkisinin Irak Savaşı öncesi kadar olmayacağını düşünüyorum. Obama’nın İsrail’i ziyaretinde söylediği sözleri böyle değerlendiriyorum. Obama, yerleşimler kurmak istiyorsanız kurun ama içinden çıkılmaz o noktaya geldiğinizde sizin için bir şey yapamam dedi. Yani kendi suyunda pişmek istiyorsan buyur yap dedi. İsrail siyaseti henüz bu gerçekliğin içerdiği riskin farkında olmamayı tercih ediyor, hâlâ yerleşim bölgeleri yapıyor. Obama’nın şahsıyla sınırlı bir laf değil bu. Beş sene önce Centcom’un başında olan Petraeus, “Filistin-İsrail barışı konusundaki tutumumuz askerlerimin körfez bölgesinde hayatını riske atıyor,” demişti hem de kongrede. O dönemde çıkmış bir yazı hatırlıyorum şöyle diyordu; ne Yahudi lobisi, ne banka lobisi, ne petrol lobisi. Amerika’daki en büyük lobi Pentagon’dur yani silahlı kuvvetlerdir bunla kimse aşık atamaz, denmişti. Biz bence bunların sonuçlarını görüyoruz.

 

ABD sürekli Asya’ya konsantre olmaya çalışıyor ancak Ortadoğu’dan da kurtulamıyor…

ABD zaten Asya’da. Stratejisinin temel ayağının Asya olduğunu birkaç sene önce Hillary Clinton’un makalesiyle duyurdu. Ortadoğu’yu kendi kafasına göre şekillendirme hayalinden, gelişmelere müdahil olma hevesinden vazgeçti. Ortadoğu’da kendisine yakın bildiği ülkelerle işbirliği yaparak varlığını hissettirmek istiyor. Türkiye-İsrail ilişkilerinin makul bir zemine oturması, bu yüzden bu kadar önem taşıyor.

 

Obama kendinden önceki dönemde yapılanları düzeltiyor, politikasını bu şekilde özetleyebilir miyiz?

Obama’nın dış politika açısından temel işlevinin restorasyon olduğunu düşünüyorum. Amerika’ya yarardan çok zarar getiren ihtiraslı politikayı değiştirip makul, gerçekçi, realist ekole daha uygun “hayati çıkarımız tehdit altında değilse hiçbir şeye bulaşmayalım” ile değişiyor. Seçildikten hemen sonra Newsweek’e verdiği mülakatta da, “1998’den beri Kongo’da beş milyon kişi öldü, bana bir Kongolunun ölümünün bir Suriyelinin ölümünden daha az önemli olduğunu bir anlatın,” dedi. O sırada Suriye’deki ölü sayısı 80 bindi. Suriye normal şartlarda ABD’nin ekranında olacak bir ülke değil, Libya da değil. Körfezden gitmesi söz konusu değil ama buraya geçmişe göre çok daha az enerji ve para harcama niyetinde.

 

Suriye’de nasıl bir çözüm olabilir?

Suriye bu konuya dalmış herkes açısından bir utanç kaynağı. Oranın kolay kolay toparlanacağını sanmıyorum. Siz de takip ediyorsunuz, bütün olup bitenler Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş Sykes-Picot anlaşması ile şekillenmiş siyasi coğrafyayı anlamsız kılıyor. Bu devletler yeniden var olacaklar mı? Deyin ki Şam’da bir rejim var, Suriye’nin tümüne hakim olabilecek mi? Sınırların anlamı kaldı mı? gibi soruları gündeme getiriyor.

 

Sınırlar pek bir şey ifade etmiyor artık, sınırlar değişecek mi?

Sınırlar değişmeyebilir ama anlamları da kalmadı. Bugün Suriye’nin güneydoğusuyla Irak’ın güneybatısının birbiriyle ilişkisi, cihatçı üretme açısından, kız alıp verme açısından, Şam’la olan ilişkisinden daha güçlü. Suriye’deki mezhep çatışması feci bir noktaya geldi. Irak’ta yaşananın bir benzeri büyük ölçüde yaşandı. Toplumsal dokular alt üst oldu. Türkiye bilerek veya bilmeyerek, hangisi daha kötü bilmiyorum, bu mezhep savaşının bir parçası haline geldi. Başbakan Reyhanlı’da ölenler için 53 ‘Sünni’ vatandaşımız dedi. Hürriyet Gazetesi’nden Tolga Tanış haftalardır Suriye’ye giden silahlar meselesini yazıyor. Bölgeye giden bütün gazeteciler bu işlerin nasıl olduğunu tanıklıklarla, fotoğraflarla, videolarla gösterdiler. Adıyaman’da El Kaideciler adam toplama ofisi açmışlar, dünya kadar Türk orada ölüyor. Bu bence son üç yılda dış politikanın Türkiye’ye yaptığı en büyük hasar. Mezhepler üstü bir konumu vardı Türkiye’nin. Mart 2011’de Başbakan Erdoğan Irak’a gittiğinde hiçbir Sünni liderin yapmasının düşünülemeyeceği bir şey yaptı. Bağdat’tan sonra Necef’e gitti, Hz Ali’nin türbesinde dua etti, Ali Sistani ile konuştu ardından Erbil’e gitti. Dünyaya “Ben buradaki üç büyük grupla da birebir konuşabiliyorum,” dedi. Oradan geldiğimiz noktaya bakın şimdi.

 

Model ülke özelliğimizi kaybettiğimiz kesin…

Evet öyle. Zbigniew Brzezinski son kitabında devletleri birbirinden ayrıştıran önemli bir özellik, sabırlı hırs ile ihtiyatsız kendini kandırma arasında tercih yapabilme becerileridir diyor. Türkiye’nin ihtiyatsız kendini kandırmaya fena halde kendini kaptırdığını düşünüyorum. Biz ahlaken doğru yerdeyiz, değerli yalnızlığımız ile geçiştirilecek bir şey de değil bu. Ayrıca Türkiye ahlaki bir pozisyonda da durmuyor. Dışişleri bakanı Bahreyn’in çok kültürlülüğünü, uyum içinde yönetildiğini takdir ettiğini söylemiş. Bahreyn’den bahsediyoruz isyanın katliamla durdurulduğu, milletin hapislerde çürüdüğü bir yer. Sudan ve İran meselesine hiç girmiyorum. Ahlaki pozisyon almak doğrudur buna hiçbir itirazım yok ama Mısır’da darbeye karşı olduktan sonra Mısır ile olan ilişkileri yönetmenin doğru yolu sen çok ahlaksızsın diye hakaret etmek değildi. Suriye politikası ile şimdi 1 milyona yakın Suriyeli olduğu söyleniyor burada. Bunun Türkiye için ne tür sonuçlar yaratacağını dahi kestirebilecek noktada değiliz çünkü doğru bilgilendirilmiyoruz. En kötüsü de bu.

 

Bölgedeki bir diğer önemli konu gizli bir şekilde yürütülen İsrail ile El Fetih arasındaki görüşmeler. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Evet oradan pek fazla bir şey sızmıyor. Fakat bunun İsrail’in bugünkü politikalarıyla yürümesi mümkün değil bana sorarsanız.

 

Geçtiğimiz hafta Arap Birliği Kerry’nin güvenlik şartını, yeni kurulacak Filistin Devleti’nde İsrail askerlerinin olması teklifini kabul etmedi, Amerikan askerleri olabilir dendi…

İsrail Ürdün Vadisi’nde askeri olsun istiyor, bu herhangi bir egemenlik tanımına hiçbir şekilde uymaz. Okurlarınız bundan hoşlanmayabilir ama daha büyük riski alacak olan ve daha büyük ‘tavizi’ vermek zorunda olan İsrail. İki milletli bir devlete gidilmesi, dolayısıyla Yahudi Devleti anlamında Siyonist projenin yok olması istenmiyorsa bunun başka çaresini göremiyorum. İsrail’in yetiştirdiği bana göre en değerli siyaset bilimcilerden biri olan Ian Lustick dahil birçok kişiye göre iki devletli çözüm için vakit çok geç. 1947’de BM iki devlet kararı verdiğinde, her iki devletin içinde de diğer devletin toplumundan hatırı sayılır azınlıklar vardı. Şu anda da yerleşim bölgelerinde yaşayanları benzer bir durum olarak görebiliriz. Belki hakikatten yeşil hat üzerinden bir Filistin Devleti kurulacak o zaman belki yerleşimcilerin bir kısmı Filistin’de yaşayan vatandaşlar olacak.

 

Filistinliler kesinlikle topraklarında Yahudi istemiyorlar gerçi…

Şu anki fiziki durumdan bahsediyorum. Yarın Filistinliler ben iki devletli çözümden vazgeçtim derlerse ne olacak? Bugünden yarına iki milletli bir devletin oluşacağını düşünecek kadar saf değilim ama bu yerleşim işi biraz daha devam ettiği takdirde ayrılamayacak zaten. Fiili olarak Kudüs’ü yaydığınız zaman kuzeyi ile güneyini kesmiş oluyorsunuz, bunun yaşaması mümkün değil.

 

Bir de Hamas var denklemde…

Bir de Hamas derdi var. Hamas şu sıra çok zayıf. Mısır’daki yönetim canına okuyor. Kaldı ki Mursi de onlara çok yakın davranmıyordu. İran’la ve Suriye ile bağlarını kestiler. İçerde yolsuzluk almış başını gidiyor. Gazzeli bir arkadaşıma “Ne oldu Gazze yönetimi?” diye sordum, “Haniye 20 kilo bir de ikinci karı aldı,” diye cevapladı. Orada işler iyi gitmiyor, çok şikâyetçi Gazze halkı.

 

Yaser Arafat’ın ölüm yıldönümünde Tamarud (isyan) Hareketi’nin planladığı yürüyüşe de izin verilmedi, tehdit ile sindirildiler…

Otoriter, diktatoryel bir rejimde başka ne olacak. İnsanların sosyal hayatlarına karıştılar, İslamcı hareketler ne yapıyorsa her yerde, onlar da aynını yapmaya kalktılar ama Gazze gibi bir yerde bile bu yürümüyor işte. Sonunda bir rezistans çıkıyor ortaya. Ben Kerry’nin yapmaya çalıştığını çok önemsiyorum. Eğer başarısız olursa herkes kendi başına kalacak. O zaman üçüncü İntifada’ya hazırlanmak gerekebilir. İsrail’deki istihbarat örgütleri de bu gidişatın pek iyi olmadığını düşünüyorlar. Gatekeepers filminde hepsi bu işin bir şekilde halledilmesi gerektiğini söylüyorlar. Bir de yanlış anlaşılmasın ABD İsrail’i bırakmayacaktır. Ama İsrail’in bugünkü politikalarını dayandırdığı en önemli güç olan Amerikan Yahudilerini hızla kendisinden uzaklaştırıyor. Jstreet’in nihayet yükselmeye başlamasının arkasında da böyle bir dinamik var. ABD-İsrail ilişkileri her zaman özel bir ilişki olarak devam edecek ama geçtiğimiz 35 yıldaki kadar İsrail’in kendi iradesini Amerika’ya dayatabileceği bir ortamın yeniden geleceğini sanmıyorum Obama gitse bile. Nitekim İran meselesinde çok uğraştılar, olmadı.

 

Ortadoğu’da bir de Rusya var adından söz ettiren. Onun rolü ne? Ne kadar güçlü?

Ortadoğu’da Rusya’nın sözü geçmiyor. Rusya kendi istemediği şeylerin gerçekleşmesine engel olabiliyor ama Ortadoğu’yu toparlayacak, tasarlayacak, yönetebilecek güce sahip değil. Rusya’nın Suriye’deki tutumunu gayet iyi anlıyorum, kimyasal silahlar konusunda Amerika’ya niye el uzattığını da. Kendisini de kuyudan çıkardı o sayede. Fakat İran’ın dünya sitemine geri dönüşünün petrol fiyatları üzerinde eğer düşürücü etkisi olursa bu Rusya’yı rahatsız edecek bir şey. Buna rağmen niye destek verdiğini çok merak ediyorum. Belki Suriye’deki cihatçılığın Kuzey Kafkaslarda artmasından korktu, tam olarak kestiremiyorum. Ama Ukrayna’yı yeniden kendi çeperine almaya çalışıyor, ihtirasları yerinde duruyor.

 

Son olarak, 2014’te Ortadoğu’yu nasıl görüyorsunuz?

22 Ocak Cenevre toplantısından yol haritası gibi bir şey çıkacak olursa Suriye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Bu şartlarda nasıl seçim yapılır onu da bilmiyorum. Beşar aday olmazsa normalleşmeye doğru bir gidiş olabilir ama cihatçıları baskı altında tutmak ve nötralize etmek gerekir. İran’la yapılan anlaşmada Mayıs’ta süre bitecek. Irak’ta seçimler yapılacak. Haziran ayında da İsrail-Filistin görüşmelerinin bir sonuca bağlanması lazım.

 

Çok bilinmeyenli bir denklem var…

Çok bilinmeyenli denklem ve açıkçası ABD’nin çekilmesinin bir sonucu bu. Bölgesel güçler biz düzen kurarız dediler ama devletler o kadar zayıfladı ki düzeni kurabilecek enerjiyi üretmek kolay değil. Başta sorduğunuz soruya dönersek Türkiye’deki Gülen-AKP tartışması Türkiye’de devlet kurumsallığının çökmekte olduğunu gösteriyor. Tamamen çıplak bir iktidar kavgası. Bu Türkiye’yi başarısız veya çökmüş devlet noktasına getirmeyebilir ama Türkiye’nin iş yapabilecek, kapasitesi yerinde bir devlete ihtiyacı var. O anlamda çaptan düşmesi, içine çok kapandığı için dış politikada etkisizleşmesi ne Türkiye açısından ne de bölge açısından hayırlı bir durum.