Globalleşen antisemitizmin kaynağına yolculuk -2

Ortaçağ ve antisemitizm

Marsel RUSSO Perspektif
27 Kasım 2013 Çarşamba

Dinin etrafında anlam bulmaya çalışan bir hayat, nafile bir vatan özlemi ile yoğrulan beklentilerin yanı sıra, antisemitizm yüzyılları aşan bu yolculuğunda Yahudi halkına eşlik eden en sadık yoldaş olmuştur.

Roma ordularının Kutsal Toprakları egemenlikleri altına almaları ile başlayan ve zamanımıza dek gelen Diaspora yılları elbette ki Yahudi yaşantısını olumsuz etkilemiştir. Parçalanmışlık, değişik coğrafyalarda, değişik ulusların yanı başında onların kendilerine biçtiği kurallar çerçevesinde yaşamak, Yahudi halkını edilgen hale getirmiş ve bu durum uzun yüzyıllar boyunca süregelmiştir...

Böylesi uzun bir süreç, ‘sürgün’ gibi normal olmayan bir durumu normalleştirmiş, Yahudilerin birbirlerinden uzak toprak parçaları üzerinde, birbirlerinden değişik toplumların içinde, onlarla etkileşim altında yaşamalarına neden olmuştur. Dolayısı ile Bene Yisrael, ortak geçmişine rağmen, paramparça bir geleceğin eşiğine savrulmuştur.

Dinin etrafında anlam bulmaya çalışan bir hayat, nafile bir vatan özlemi ile yoğrulan beklentilerin yanı sıra, antisemitizm yüzyılları aşan bu yolculuğunda Yahudi halkına eşlik eden en sadık yoldaş olmuştur.

Tarihsel ve sosyal olayları tasnif etmek kolay değildir. Ancak gerilere gidip antisemitizmi sınıflandırmaya çalışırsak, İsa öncesi devirde, klasik anlamda bir Yahudi veya İbrani düşmanlığından söz etmenin doğru olmadığı sonucuna varırız. Elbette, değişik olana karşı bir şüphe, şüphenin ötesinde bir tedirginlik, hatta bu tedirginliğin istismar edilmesi ile oluşan bir korku vardır ve ‘düşmanlık’ bu korkudan ileri gelir. Ancak bu korkunun temeli Tek Tanrıcılıkta yatan gizemdir, belki de.

Dönemin etkin siyasi gücü Roma’ya şöyle bir bakarsak, dinin imparatorluğun sosyal yaşantısında önemli bir rolü olduğunu görürüz. İmparator zaman zaman Tanrılaştırılır ve tebaanın kendisine tapması, önünde diz çökmesi beklenir. Monoteist Yahudilerin bunu kabul etmeyecekleri aşikârdı, dolayısı ile normal davranışa direnmek, imparatorun mutlak hâkimiyetine başkaldırmak, cezalandırılması gereken bir durumdu.

Yahudi halkının sürgüne mahkûm edilmesi, Roma’nın kendi yaşam şeklini – bu arada kendi inanç sistemini de – empoze etme sürecini başlatır. Bu galip olanın mağluba gücünü göstermesi, onun geleceğine sahip çıkması arzusudur. MS 132 – 136 yılları arasındaki Bar Kohba ayaklanmasını bu gidişe karşı bir ayaklanma olarak okumak gerekir. Böylesi bir girişimin başarıya ulaşması elbette beklenemezdi. Ancak bölgedeki sosyal – siyasal gerilimin patlaması normaldi.

Roma’nın derdi bir tek Yahudiler değildi. İsa’nın öğretilerinin takipçileri de benzer baskılardan nasiplerini alıyorlardı.

İsa Yahudi doğmuştur. Üzerinde etkili olduğu çevreler kendisini Mesih kabul etmiş, bu durum da doğal olarak Yahudi toplumunu derinden sarsmış, ikiye bölmüştür. Bu bölünmüşlük içinde yol alan ve değişik bir söylem geliştiren Hıristiyanlık, Yahudiliğin bir sekti halindeyken bile Roma’nın zulmüne uğramıştır.

Roma Hıristiyan olunca

Bu durum Roma İmparatoru I.Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesi ve yayılmacı karakterinin takipçisi olacağını ilan etmesi ile değişir. Dönemin en büyük siyasi yapısının, geri dönüşü olmayan bir kararla aniden İsa çizgisine gelmesinin, Hıristiyanlığı kabul etmesinin etkileri yıkıcı olur.

Yavaş yavaş kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan ve varoluşunu Roma baskısına rağmen devam ettirmeye çalışan Hıristiyan âlemi karışır. MS 325 yılında I.Konstantin’in çağrısı ile toplanan İznik Konsülü, her ne kadar İsa’nın Hıristiyan geleneğindeki yeri üzerindeki tartışmalara bir son vermek için bir araya gelmişse de, gerçeğin bu olmadığı bellidir.

Elbette ki var olan anlaşmazlıkların giderilmesi amaçlardan biridir. Ancak Konstantin’in Hıristiyan âlemine verdiği mesaj nettir: Hıristiyan Roma, Hıristiyanlığın koruyucusu, kollayıcısı, teminatıdır. Dolayısı ile aynı zamanda Hıristiyanlığın yönlendiricisi de olacaktır. Siyasi erkin tam ortasında İmparator, bu kez Tanrılaşmayacaktır ancak, İsa üzerinden ilahi gücü temsil edecektir. Hıristiyan olsun olmasın, Roma sınırları içinde yaşasın yaşamasın, tüm halklar için geçerli bir durumdur bu…

İsa’nın Yahudiler tarafından ihbar edilmiş olması, daha sonra yaydığı fikirler yüzünden Sanhedrin’de yargılanması ve ölüme mahkûm edilmesi ve nihayetinde çarmıha gerilmesi, Hıristiyan geleneğinde bugün dahi devam eden klasik antisemitizmin harcı olmuştur. Bu anlamda, Roma’nın Hıristiyanlaşması beraberinde katlanarak artan bir Yahudi düşmanlığı getirir. İmparatorluğun kontrolü altındaki geniş topraklarda Yahudilere karşı baskılar artar.

Yahudilerin durumu ya da Yahudilerle olan ilişkiler de İznik Konsülü’nün başlıklarından biri olur. Konstantin, yeni dinin Yahudiliğin etkisinden kurtarılması gerektiği yönünde yaptığı konuşmada şöyle der:

“… en kutsal günlerimizde Yahudi geleneklerini takip ediyor olmamız talihsiz bir durum. Çünkü onlar ellerini korkunç bir günaha bulaştırmışlar ve dolayısı ile ruhları körelmiş. Nefret edilesi böylesi bir güruhla hiçbir ilişkimiz olamaz…”

Konstantin’in ağzından çıkan “en kutsal gün” o zamana dek Pesah ile birlikte kutlanan ve İsa’nın çarmıha gerildikten sonra dirildiğine inanılan Paskalya zamanıdır. Bu çok özel günün Yahudi takvimi esas alınarak kutlanmaması ve Pesah ile çakıştırılmaması gereklidir.

Yerleşmeye başlayan – ve daha sonra Ortaçağ boyunca önem ifade edecek – antisemit bir iddia, “Yahudilerin İsa’yı kurban etmelerinin amacının kanını Pesah’ta tören ve dualarda kullanmaları olduğu” yalanıdır. Buradan türeyecek ‘Kan İftiraları’ ileriki asırlarda – kilisenin baskısı altında ezilen toplumlardaki Yahudi algısını şekillendirecektir.

Roma, Yahudi dinini her ne kadar pagan inanışlarının üstünde konumlandırmışsa da, başta sünnet olmak üzere, uygulanmasına ciddi kısıtlamalar getirir. Yahudilerin kutsal kent Yeruşalayim’e girişlerini senede bir gün ile sınırlandırır, Hıristiyanların Yahudiliğe dönmelerini yasaklar, Yahudilerin bu yönde telkin yapmalarının ölümle cezalandıracağını ilan eder.

Bundan sonraki dönemlerde,  Roma ile Hıristiyan dünyasında yeni bir çekim merkezi haline gelen Konstantinopolis arasındaki sürtüşmelerin artması, imparatorluğun ikiye bölünmesi, Vatikan’ın etkisinin giderek artması, Batı Roma’nın çöküşü ve tarihe gömülmesi gibi evreler, Yahudi inanışına ve Yahudilere karşı vazgeçilmez nefrette bir değişiklik getirmez. Vatikan /Roma merkezli Batı Katolik Kilisesi gibi Konstantinopolis merkezli Doğu Ortodoks Kilisesi de özünde Yahudilere karşı kini körükleyen odaklar olacaklardır.

Ortaçağ için 3 sözcük

Tarih, Ortaçağ’ın, Batı Roma İmparatorluğu’nun Vizigotlar tarafından 476’da yıkılması ile başladığını söyler. Avrupa Ortaçağını tanımlayacak üç sözcük bulmak gerekirse bunlar ‘Kilise, Feodalite ve Korku’ olacaktır. Benzer dönemdeki Yahudi yaşantısını tanımlayacak üç sözcük ise ‘baskı, kovulma ve ölüm’ olacaktır, şüphesiz.

Bu dönemde, Kilise’nin yönlendirmesi ile Hıristiyan âlemi, tüm zamanların Yahudi halkını, Tanrı’nın oğlu Mesih İsa’nın öldürülmesinden sorumlu tutmuştur. 2000 yıllık Yahudi – Hıristiyan ilişkileri bu nefretin gölgesinde yaşanmış, önce Avrupa’da ve daha sonra yeni keşfedilmiş Amerika kıtasında, Yahudilere karşı şiddetin ve katliamların nedeni olmuştur.

Öncelikle o dönemlerdeki Yahudi karşıtı uygulamalardan, daha doğrusu Yahudilerin yaşantılarına konan kısıtlamalardan söz etmek gerekir.

Yerel yöneticilerin ve kilise görevlilerinin Yahudilere birçok mesleği men ettikleri, böylece onları marjinal işlere ittikleri, o dönemlerde ‘gerekli şeytan’ olarak nitelendirilen, para işlerine bu nedenle bulaştıkları bilinir. Zamanın Katolik düşüncesine göre, faiz ile borç para vermek Hıristiyanlar için günahtır.

Toplumun geneline göre, para işleri ile uğraşan Yahudi ihtiraslı, küstah ve haristir. Dolayısı ile görüşülmemesi gereken bir unsurdur. Böylece, alacaklılar (doğal olarak Yahudiler) ve borçlular (doğal olarak Hıristiyanlar) arasındaki gerginlik yalnız dini olmaktan çıkar, siyasi ve ekonomik bir içerik de kazanır. Tabi oldukları derebeyleri adına vergi toplayan Yahudi’nin fakir köylüler arasında nasıl göründüklerini tahmin etmek zor olmasa gerek!

Para zengini olan Yahudiler, defalarca yaşadıkları yerlerden kovulurlar. Mallarına el konur. Daha sonra, pazarlıklar sonucu para karşılığı yeniden köylerine dönmeleri sağlanır. 13. yüzyılda Fransız Krallığı’nın içinde bulunduğu maddi sıkıntıları atlatmak için bu yönteme başvurduğu bilinir.

Aynı şekilde Galler ile giriştiği savaşı finanse etmede zorlanan İngiliz Krallığı’nın Yahudilerden orantısız vergiler topladığı, bunu veremedikleri zaman da, krallığa karşı onları sadakatsizlikle suçladığı yazılıdır kitaplarda. Bir süre sonra, para işi yapmaları yasaklanacaktır. Toplum ileri gelenleri tutuklanacak, bazıları öldürülecek ve nihayetinde Yahudiler adadan kovulacaklardır.

Ve elbette ki Yahudi şeytandır. Büyü yapar… Onda Hıristiyanlığa karşı kullanacağı doğa dışı güçler vardır. Yahudi, toplumun kanını emer. Küçük, saf ve temiz Hıristiyan çocuklarını kaçırır, onları alıkoyar, büyük kalabalığın toplandığı sinagogda, çıplak şekilde çarmıha gerer. Yaralardan akan kanını taslarda toplar ve bunu dini tören ve ritüellerinde kullanır.

Dolayısı Yahudi ile ilişki içine girmemek gerekir, çünkü o ölümcül derecede tehlikelidir ve ortadan kaldırılmalıdır… Antisemitizmin 20. yüzyılda Holokost ile taçlandırılacak ‘eleminasyonist – yok edici’ söylemi, işte karşımıza asırlar önce çıkıyor. Ortaçağ tarihi Yahudilerin tekil, ancak daha çok çoğul olarak katledildikleri yüzlerce olayı kayıt altına almıştır. Örneğin, kutsal toprakları ve Yeruşalayim’i Hıristiyanlaştırmak adına yapılan Haçlı Seferleri esnasında, yönlendirilmiş kalabalıkların Yahudi köylerine saldırılmaları sonucu binlerce kişi öldürülmüş, çok daha fazlası, azılı başıboş kitlelerin önünden kaçmak zorunda kalmıştır.

Yahudi tüm felaketlerin sorumlusudur. Örneğin, 14. yüzyıl ortalarında Avrupa’da görülen veba salgını ve tüm diğer büyük felaketler onun şeytani güçlerinin sonucudur. Kuyuları zehirlemiştir… İnsanların toplu olarak ölmelerine neden olmuştur.

Netice: Yüzlerce Yahudi köyü tahrip edilir. Burada yaşayanlar yerlerinden sürülürler. Sinagoglar yakılır. Kutsal kitaplar imha edilir. Değişik giyinmeleri, Yahudi olduklarını belirleyen işaretler takmaları istenir. Toplumlardan soyutlanırlar, gettolarda yaşamaya zorlanırlar.

Bazı durumlarda, Yahudiler, kendilerine ithaf edilen gerçek dışı suçlamaları kabul edinceye kadar işkence görürüler… Bazı durumlarda ise acımasız yöntemlerle öldürülürler.

İşte Engizisyonlar.

Esasen İspanya’da yaşananları salt Yahudi karşıtı olarak görmek yanlıştır. İber Yarımadası’nın 8. yüzyılda İslam güçleri tarafından alınması ve burada zengin bir İslam kültürünün yeşermesi, Yahudi toplumunun bu gelişmede önemli roller üstlenmesi ile gelinen bir sonuçtur İspanya’da yaşananlar.

Bu anlamda burada Yahudiler kadar, Müslümanlar da baskı altına alınmışlardır. 13. yüzyılın başlarında yaşanan savaşlar sonucu Hıristiyan güçlerin İslam ordularını yenmesi, Kordoba, Sevilla gibi İslam yerleşimlerinin düşmesi ile Endülüs Hıristiyan egemenliğine geçer. Yahudi karşıtı hareketlenmeler, pogromlar baş gösterir.  İslam hâkimiyetindeki son kale, Grenada da 1492’de düşer. Bu İspanya’da Endülüs uygarlığının sonu olur.

Engizisyon süreci içinde tıpkı Yahudiler gibi Müslümanlar da Katolikleştirilirler (Moriscos) Hıristiyanlığa geçmeyi kabul etmeyenler yaşadıkları yerlerden kovulurlar. Direnenler öldürülürler. Daha sonraki dönemlerde, Konversoslar ile Moriscosların İspanya’daki hayatları hep kontrol altında geçer ve ciddi baskılara maruz kalırlar.

Ortaçağ’ın karakteridir bu… İnanç adına güç kullanılan; kilisenin tüm yaşantıyı en kılcal alanına dek kontrol ettiği… Papalık’tan icazet alarak tebaalarını yöneten derebeylerin, siyaseten güçsüz kralların dönemidir, bu dönem…

 

Yazının 1. bölümü:

https://www.salom.com.tr/haber/88766#.Upb8oRZrJlI