Mîrza’nın Mezarı: ‘GOR’

Genç tiyatrocularımızda iki üst düzey metnin iki sıra dışı yorumu…

Erdoğan MİTRANİ Sanat
20 Kasım 2013 Çarşamba

Yıllardır Kürtçe tiyatro yapmakta olan iki idealist genç, Berfin Zenderlioğlu ve Mîrza Metin bir ekip oluşturabilmek, ekibin sanatsal anlayışını ve birikimini inşa etmek ve geçmişteki deneyimlerinin olumsuz yönlerini tekrar yaşamamak için atölye çalışmaları yapmak amacıyla 2008’de, Beyoğlu’nda bir binanın ikinci katını bir tiyatro mekânına dönüştürmeye karar vermişler. Tabii ki bütün arkadaşları “siz deli misiniz, nasıl kalkarsınız altından” demiş. Onlar da mekânın adını Suriye’de çoğunlukla delilerin yaşadığı Şermola kentinden almışlar ve ‘Şermola Performans’  koymuşlar. Oyunlarını ‘destAR-Theatre’ adı altında,  Türkçe üst yazı eşliğinde Kürtçe sahneliyorlar.

Ben destAR-Theatre’ı geçen yıl, Mîrza Metîn’in yazdığı, Berfin Zenderlioğlu’nun sahneye koyduğu, Metîn’in oyunu gardiyan ve mahkûm üzerinden kurarak, örümcek, fare, sinek ve köpek gibi yan karakterler kattığı ‘Dîsko 5 No’lu’ ile tanıdım.

Oyunda, tüm karakterleri tek bir oyuncuya yükleyerek, tek kişilik oyundan çok, geleneksel ‘meddah’a daha yakın duran Metîn’in olağanüstü oyunculuğunun yanında Dîsko 5 No’lu’nun işkenceci-örümcekle mahkûm-sinek arasında çok başarılı bir paralellik kurduğu güçlü metni biraz da gölgede kalmıştı.

Mîrza Metin, Ebru Nihan Celkan’ın ‘Nerde Kalmıştık’ adlı oyununu sahnelediğinde sorunlu bir metni tokat gibi bir gösteriye dönüştürerek yönetmenlik yönünün en az oyunculuğu kadar üst düzeyde olduğunu göstermişti

Bu kez Mîrza, yazdığı, yönettiği, oynadığı ve mekân tasarımını üstlendiği ‘Gor / Mezar’ ile karşımızda. İzleyici oyun alanına girince, kendisini mekânın tamamının oluşturduğu dev bir mezarın içinde buluyor. Sağda, dikdörtgen şeklinde bir girinti. İçinde, kapatıldığı düşey tabuttan çıkış yolu ararcasına dört dönen bir adam. Solda, mezarlardan oluşmuş birkaç basamak. Ortada, üzerinde bir cesedin upuzun yattığı bir tabut. Tabutun iki yanında karşılıklı olarak duvar dibine dizilmiş on beşerden otuz iskemle. Bunlar, izleyicilerin, dördü erkek biri kadın beş ölüyle diz dize, burun buruna, onların sıkışmışlığını paylaşarak oturacakları yerler. Burası, ruhların, bedenleri çürüyene kadar bedenlerinin yanında kalmak zorunda olduğu bir tür Araf. Ölüler bekleyiş halinde geldikleri, bulundukları ve gidecekleri zamana dair bir şeyler geveliyorlar. Geveliyorlar çünkü beklerken gevelemekten başka yapabilecekleri bir şey yok… Kürtçe bilmeyen izleyiciler için oyunun dili bir yabancılaştırma getirmiyor; aksine ölülerin dünyasının canlılar için gizemini vurguluyor.

Mîrza Metîn, Alev Topal’ın ‘loş’ ağırlıklı ışık tasarımının ve Nizamettin Ariç’in müziğinin desteğiyle ürkünç ve klostrofobik bir mekân oluşturuyor. Bu mekânda Alan Ciwan, Berfîn Zenderlioğlu, Mensur Zîrek, Mîrza Metîn, Sadin Yeşiltaş dört dörtlük bir topluluk oyunu çıkarıyor. Mîrza malum, büyük oyuncu. Sahnede ilk kez izlediğim, kopan elini boynuna asan, o elle arada bir saçını düzelten kız olarak Berfîn Zenderlioğlu da çok etkileyici. İlk kez izlediğim üç genç oyuncuysa iki ustalarını aratmayacak kadar iyiler. Küçük bir eleştiri: boş şişesiyle dolaşan şarapçının biraz fazla ‘oynadığını’ düşünüyorum. Diğer dördüyle kendimizi gerçekten Araf”ta hissederken onunla ‘tiyatro’da olduğumuzu hatırlamamız gerekmiyor.

Kürt edebiyatı neredeyse yüz yıldır yasaklanmış, baskı altında tutulmuş, çoğunlukla sözlü anlatıma dönüşmüş. 17.yüzyıldan kalma ünlü destanları Mem u Zin bile onlarca yıl bir söylence olarak kalmış, son 10- 15 yılda yazılı metinlere, ağır aksak da olsa, dönüşün başlamasıyla, orijinal metnin bizde basılması ancak birkaç yıl önce gerçekleşebilmiştir.

‘Dîsko 5 No’lu ile genç kuşak tiyatro yazarlarımızın en önemlileri arasına girmiş olan Mîrza Metîn, yine Kürtçe kaleme aldığı ‘Gor’la modern Kürt edebiyatındaki yerini pekiştiriyor.

‘Gor’, kökleri Kürt sözlü edebiyatına ve dengbêj geleneğine uzanan, anlatım ve üslup olaraksa son derece modern olan çok ustaca yazılmış bir oyun. Slogan atmadan, propaganda yapmadan politik olmayı başaran Mîrza’nın metni, ölümün Türk’ü, Kürt’ü, gâvuru, ‘terorist( ???)’i, ‘katili’i, ‘kurban’ı , ‘kahraman(???) asker’i nasıl aynı potada eriterek eşitlediğinin altını çizerken felsefi boyutlara erişiyor.

Her ölünün oraya nasıl geldiğine dair bir öyküsü var. Öyküler farklı ama ana tema hep aynı: Kardeş ya da sevgili, aralarında gönül bağı olan bir kız, bir erkek, bir bıçak ve tabii ki ölüm.

İlginçtir, bazı metinler bende müziksel çağrışımlar doğurur. ‘Gor’u izlerken Beethoven’ın ünlü 9.Keman-Piyano Sonatı ‘Kreutzer’ geldi aklıma. Sonatın ikinci bölümü Andante con variazioni, bir ana tema ve beş çeşitlemeden oluşur. Her çeşitleme ana temanın bir varyasyonudur. Bu ana tema bütün çeşitlemelerde hep hissedilse de, temposu, müzikal kurgusu, neşeli ya da hüzünlü duygusu ile her çeşitleme diğerlerinden çok farklı bir müzik parçasıdır. Mîrza’nın, aynı konunun etrafında dolanan, birbirinden farklı / aynı masal, mesel ve öyküleri çok başarılı bir sentez oluşturuyorlar.

‘Gor’ son zamanlarda izlediğim en iyi oyunlardan biri. Mutlaka izleyin. ‘Dîsko 5 No’lu’yu henüz seyretmediyseniz haftada bir kez Şermola’da sahnelendiğini de söyleyeyim. Şermola, Beyoğlu, İmam Adnan Sokak’a girince soldan ikinci sokak olan Nane Sokağı 5 numarada.

 İKİNCİKAT-KARAKÖY’DE ‘ALTI BUÇUK’

Sami Berat Marçalı, yazdığı dördüncü, sahneye koyduğu yedinci oyun ‘Sürpriz’le, henüz 26 yaşındayken, ustalık dönemine girdiğini belgelemişti.

Daha önce söylemişliğim var, genç olmanın en büyük avantajı, daha da gelişebilecek zamana sahip olmak. ‘Sürpriz’ için “Bir yönetmen olarak yazdığım şeyin ötesine geçebilmeyi becerebildiğim ilk oyunum. Kendimi en serbest hissettiğim, yaptığım en olgun iş...” demiş olan Sami’nin yazarlık serüveninin bir sonraki aşaması ‘altı buçuk’u çok merak ediyordum. ikincikat-karaköy’de sahnelenmeye başlayan ‘altı buçuk’, kanımca Marçalı’nın her yeni metninde daha da ustalaştığının, her yeni oyununda kendini daha çok aştığının göstergesi.

Alternatif olarak adlandırılsalar da tiyatronun hasını yapan genç topluluklarda, aralarında Sami Berat Marçalı’nın da olduğu yeni ve çok önemli bir yazar kuşağı yetişmeye başladı. Sami’nin yazarlık serüvenini ikincikat’da izleyebilme fırsatımız da var: ‘Küçük’, ‘Sürpriz’ ve ‘Yalnızlar Kulübü’ İstiklâl’de, ‘altı buçuk’ Karaköy’de sahneleniyor.

‘altı buçuk’ kurgusal olarak farklı bir deneme. Öykü, aralarında bazı zekice göndermeler olsa da, birbirinden bağımsız gibi duran birkaç kısa oyun olarak gelişiyor. Son bölümlerde Marçalı, etkileyici bir şekilde öykücükleri toparlayarak çok başarılı bir senteze ulaşıyor. Sami’nin son oyunlarında geliştirdiği ilginç bir teatral yöntem var. Beklenmedik bir anda oyuna etkileyici bir duygusal sahne sokuveriyor. Duygusallığı çok dozunda olmasına rağmen, çağrıştırdıklarıyla izleyicinin gözlerini yaşartabilen bu güçlü bölümlerden biri ‘Yalnızlar Kulübü’nde sigortacının babasıyla ‘konuştuğu’ sahneydi. Bir diğeri de ‘altı buçuk’ta abla ile erkek kardeşinin diyalogu.

Sürprizli olmasa da, metin akışının keyfini kaçırmamak için, konuya girmeyeceğim. Ancak oyunda biri hamile altı karakter olduğunu, doğmamış bebeği de yarım sayarsak böylece adının ‘altı buçuk’ olduğunu söyleyebilirim (bunu kusursuz mantığımla çözdüm sanmayın, “neden altı buçuk” diye sorduğumda Sami söyledi).

Yönetmen Eyüp Emre Uçaray işlevsel dekorunun içinde altı oyuncusundan çok iyi bir performans alıyor. DOT’un Punk Rock’ ve ‘Süpernova’sından tanıdığım Emre Yetim, ‘Disosaya’ veSürpriz’den Aziz Caner İnan, dizilerden, sinemadan ve Semaver Kumpanya’nın  ‘Titus Andronicus’unun Lavinia’sı olarak hatırladığım Şebnem Hassanisoughi, gene sinemadan, televizyondan ve Semaver Kumpanya’dan Fatih Dönmez çok iyiler. DOT’un ‘Malafa’ ve ‘Pornografi’  oyunlarında çok beğendiğim ancak ‘Süpernova’da anne olarak fazla genç, fazla dinamik, fazla güzel bulduğum Berrak Kuş, bu kez çok uygun bir casting’le oyunun en başarılı kompozisyonunu çiziyor.

Bir de Efe Tunçer var. ‘altı buçuk’ta keşfettiğimiz Efe, önümüzdeki yıllarda adını çok sık duyacağımız bir genç. Yukarıda sözünü ettiğim abla-kardeş sahnesinde Şebnem Hassanisoughi ile çok başarılılar.

Ödenekli tiyatrolarımız kırk yıldır çiğnenmiş sakızları tekrar takrar çiğnetmeye çalışır, yıllarca önce pişirdikleri, buzlukta kala kala tadı tuzu kalmamış yemekleri ısıtıp tekrar önümüze koyarken, genç tiyatrolarda aynı hafta içinde iki üst düzey metnin iki sıra dışı yorumunu izlemek çok iyi geldi bana. Darısı sizin başınıza. Hepinize iyi seyirler…