Wohuişovibianrhanyu...

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
13 Kasım 2013 Çarşamba

Evet, efendim,  geçen yazımızda uçağa binmiş, okuyucularımızla birlikte Çin’e varmıştık. Eeee oraya kadar gitmişken biraz da gezmek gerek. Bizlerin hedefi Çin’in üçlüsünü gezmek, Şang-hayi, Terra kota, Pekin nam- ı diğer beyi-jing. İlk durağımız Şahg-hai. (“Şan-gay” demeyin sevmiyorlar) ortadaki “h” harfi gerekli. Burası bir zamanlar (bir zamanlar dediysem milattan önceden bahsetmiyorum) küçücük bir balıkçı kasabasıydı. 2000 li yıllarda başlayan devrim niteliğindeki değişimler ile 1000 gökdeleninin bir fiil, gökleri deldiği, 3000 tanesinin de yapım aşamasında olduğu Çin’in en büyük, dünyanın da 8. büyük mega şehri. Hava karardıktan sonra gökdelenlerden yayılan neon ışıklar seyrine doyum olmayan bir görsel şölen yaratıyor. Bizdeki boğazın seyrine ben, şahsen bir de kendim olarak asla doyamam, ama hani illaki bir şey daha beğeneceksin diye ısrar ederlerse ise “Huangpu” nehri üzerindeki tekne turumuzu ‘unutulmaz’lar arasına koyabilirim.  Biz öyle yaptık sizlere de tavsiyem beni takip edin, sonra üzülmeyin;  Gün batımında tabiatın tualinden çıkma o muhteşem sarı, turuncu, mor ve parlament mavi, tonlarını görebilme ayrıcalığını yaşayın. Bu şölenden sonra başlayan ikinci sahnede ise gökdelen ışıklarının, suya vuruşu ve sudaki dalgalar ile dansı... (benim film giderek uzuyor (bilenler bilmeyenlere anlatır) bunun yanında; bir de sebeb-i hayatınız yanınızda ise... (şimdilerde, Çin’de kız kısmısı ile erkek kısmısının birbirine yakın mesafeden, samimi bir şekilde konumlanmasına ister evli olun ister evsiz ‘garip’ bir şey varmış gözü ile bakılmıyor) Hani bir de başını omuzunuza dayamışsa, hani esen rüzgâr ile saçları uçuşup gıdıklıyorsa yüzünü... Hani bir şarkı söylersin ya içinden, Hani bir yıldız kayar ya bazen;  işte öyle bir şey...

Ben yüksekten korkarım. Yani öyle ‘hobi’ derecesinde değil. Ama hiç haz almam. Olur ya bazen, öyle bir binanın 10. katındaki bir pencereden öyle rahat rahat aşağıya bakamam, dizlerimin bağı çözülür, bağlamayı da bilmem, içim kalkar; gider. Hatta bazen oturduğum yerden böyle “aşağı düşebileceğim” bir hayal gelirse bile aklıma, yine böyle fena olurum. İşte; bu ahval ve şerait içinde  ‘Sky Revolving  Tower Restaurant’ın asansörü içinde; içim bayılıp, dizlerimin bağı çözülürken buldum kendimi. Bırak yüksekliği asansörden bile haz etmem. Bir de ‘asansörün içindeki düğmelere basıcı adam’ mesleğini icra eden Çinli de çok gerekliymiş gibi 100 metredeyiz, 200 metredeyiz... Yukarı bir vardık, anaaaa; her yer cam, her yer Shangai...  Benim içim gıcıklanıyor ama çıktık bir kere, naaapcen mecbuuur açık büfeden yemek yiyecen.  Cam kenarından iki bilemedin üç metre uzaklıktaki ‘emniyetli’ bir masa seçtik. Mümkün olduğu kadar cam manzaralı değil de büfe manzaralı bir yere oturdum. Ben böyle yapıyorum ama millet, lokantanın dışındaki; cam zeminli altı tamamen boş ve boşluk  (yine içim kalktı gitti, çabuk dönmesini umarım) bir alan var, oraya çıkıp yerlere yatıp, fotoğraf çektiriyor... Onlar akıllarını yerken, açık büfeden açık açık ‘her şeyden’ yedim. Diyetimi İstanbul’da unuttuğumdan bu aralar abartmamak kaydı ile “hükümsüzdür.” Malumunuz böyle kulelerdeki oturup yemek yediğiniz bölüm dönüyor, siz de yemek yerken, içiniz bayılmıyor ise dışarıya kakıp tüm şehrin panoramasını kuş bakışı alıyorsunuz. Göbekteki büfe kısmı dönmüyor. Dolayısı ile yemek aldığınız; mesela salata bölümü yanı başınızdayken 15-20 dakika sonra sizin oturduğunuz masadan üç metre filan geride kalıyor. Hafızandaki tüm referanslar sürekli değiştiği için her kalktığında masanızı bulmak küçük bir sorun oluyor. Bir de dış halka dönmüyor (muş). Dış halkada oturdunuz, elinizde fotoğraf makinesi veya leb-top. “Aaaa ne güzel zeminde bir yükselti var hem de masanın tam yanında” dediniz ve oraya bıraktınız. Gözümüz yok, yiyin için, de bu leb-top nerede? Masanın ilk yerinden onlarca geride, ara ki bulasın... eeee acemilik işte.

Gündüzleri o taş senin bu tapınak benim, bu gökdelen onun, bu müze hepimizin deyip, ara vermeden gezdik tozduk. Öğlenleri genelde yerel lezzetlere takıldık bildik lezzetlerin yanı sıra yeni ve değişik tatlara mazhar olduk. Akşamları Shangai’ın altı şeritli, katmerli; kat kat köprülü,  dev yollarının baş edemediği İstanbul’u ‘mum’ ile aratır trafiği münasebeti ile çoğu zaman otele uğramadan gezilerimize devam ettik.  İşin ucunda özenle seçilmiş mekânlarda dünya mutfaklarının leziz menüleri olduktan sonra; kim tutabilir ki bizi?   Çin’de üç şehir; her birinde bir gösteri; ceman üç gösteriye katıldık. Duyduk duymadık demeyin bu üçüne de mutlaka gidin. (Her yazımda birini ifşa edeceğim) Genelde her üçünde de son derece zengin bir sahne performansı, muhteşem kıyafetler, dekorlar ve inanılmaz etkileyici gösteriler, hele o ilk gittiğimiz ‘akrobasi’ show yok mu? İnanılması güç, insan bedeninin sınırlarının çok ötesinde , “yok canım”  bu düşündüğümü yapmayacak değil mi?  Bu kadar mı olur?” dediğiniz ve sınırlara geldiğimizi düşündüğümüz o anda hayal gücümüzün kat ve kat üzerine çıkan, bitmesini istemeyeceğiniz bir gösteri seyrettik. Yanlış anlamayın, isterdim ama ortaklığım yok,  biletleri ben satmıyorum, sadece gerçekten çok inanılmaz buldum ve bir gün yolunuz düşerse gitmeniz için sizler ile paylaştım.

Bu gezide tek derdimiz Çin halkının kembriç kökenli yüksek İngilizce bilgisine bizim oksfort İngilizcemizin yetmemesi oldu.  Bu lisan meselesi Çin’de çoook zor çok. Mesela lokantada ‘buz’ istiyorsunuz. “Ays ays” diye yırtınıyorsunuz, bardağı elinize alıp içine en tecrübeli tiyatro sanatçılarını aratmayan bir pandomimci edası ile hayali ‘buz küplerini’ atıyorsunuz... ( yanlış anlamayın Avrupa yemekleri veren, çoğu müşterisi bizim gibi Çince bilmeyeceği garanti olan bir lokantadayız)  Çinli garson büyük bir ciddiyet ve saygı içinde sizi dinliyor...  Evet, anladı diyorsunuz, koşarak içeri gidiyor, biberlik ile geri geliyor, hani belki kola ya biber ekmek istersiniz, canınız çekmiştir, belli mi olur? Baktık başka çare yok, sonuçta Çince öğrenmeye karar verdik. Biliyorsunuz iki kelime ile buna birlikte başladık: “Nihao; iyi günler” manasında idi. Bir de üstüne “sevgiyle kalın” kelimesinin Çince yazılısını öğrenmiştik.  Artık Çince biliyoruz; bunu bütün Çinlilere ilan edebilmemiz için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan bu ifadeyi sizinle paylaşıyorum: “Wo hui shuo yi bianr han yu (wohuişovibianrhanyu...)”  oku bakiiim...  Ben beceremedim, dilim dönmedi (hâlbuki dilimi dolma gibi yuvarlayıp dışarı çıkartabilenlerdenim) bir ricam olucek; okuyabilenler bir ara bana da öğretsinler, bu arada ben size ne manaya geldiğini söyleyeyim : “Çinceyi biraz biliyorum”

Sevgiyle kalın...