Burak Sergen ve Levent Özdilek’le Tiyatro, Adolf ve Faşizm üzerine

‘Adolf’un oyuncusu Burak Sergen ve yönetmeni Levent Özdilek’le BO SAHNE’nin Cihangir’deki yerinde bir de söyleşi gerçekleştirdik. Aslında söyleşiden çok, bir seyirci-yönetmen-oyuncu üçlüsünün izlenimlerini paylaştığı bir sohbet oldu.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Ekim 2013 Çarşamba

İnşaat süresince de işin başında bulunan Levent Özdilek dört dörtlük bir sanat kompleksi oluşturmuş. Üç katlı merkezin girişinde fuaye işlevi de gören bir café-restaurant var: NessKafe. Ses düzeninden ışıklarına en yeni teknolojilerin kullanıldığı tiyatro salonunun 120 kişilik izleyici kapasitesi gerektiğinde (özellikle prömiyerlerde) 150-180 seyirci alabiliyor. Alt katında birçok tiyatromuzun gıpta edeceği çok medeni, WC’li duşlu kulisler bulunuyor. Aynalarla çevrilmiş bir dans/çalışma bölümü, kurgu masası dahil tam donanımlı bir casting odası ve idari bölümler kompleksi tamamlıyor.

 

İstanbul seyircisi maalesef seni fazla tanımıyor. Tabii göreceli olarak söylüyorum bunu. Belki de kardeşin Toprak Sergen filmdi, diziydi daha bildik bir ortamda çalışırken sen daha çok Ankara Devlet Tiyatrosu’na bağlı kaldığın içindir.  

Burak Sergen: Aslında ben de birçok dizide oynadım; yirminin üzerinde filmim var. Ankara’dan, çok iddialı oyunlarla İstanbul’a turneye gelen gruplarda çoğunlukla da başroldeydim. Ama izleyici dediğim AKM kadar insandı. AKM de yok artık.

 

Barok Opera olacakmış.

BS: ...

 

Ben çok eski bir Devlet Tiyatrosu seyircisiyim. 1958-59, üniversiteye başladığım yıllar; 17-18 yaşımdaydım, sen babanın beş yıllık planında ya var ya yoksun. İstanbul’da Muammer Karaca var, Şehir Tiyatroları var bir de Ses Opereti. Ses’de Sururi’ler var ama Sururiler’in kızı Gülriz Karaca’da.

BS: Annemle babam o yıllarda İstanbul’a turneye geliyorlar. Annem o dönem Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin primalarından.

 

Bir arkadaşın babası da Ankara’dan bize bilet alırdı; ayda bir-iki kez, cuma akşamı gece trenine atlayıp Ankara’ya matine suare tiyatro, bale ve operaya giderdik. Pazar akşamı da otobüs, tren ne bulursak İstanbul’a, doğru okula. O yıllardan kalma bir ‘Kral Lear’ anımsıyorum.

BS: Cüneyt Gökçer tabii.

 

Evet, Cüneyt Bey’i pek çok kez Lear’de seyrettim; özellikle Rumeli Hisarı’ndaki sonuncusu unutulur gibi değildir ama 1958’deki o Lear’den onu değil, Edmund’u oynayan baban Semih Sergen’in o nefes kesici ‘piç’ tiradını hatırlıyorum.

Levent Özdilek: Benim sınav parçamdı o.

BS: Benim de.

 

O yıllarda Cüneyt Gökçer, tiyatro, opera ve balenin genel müdürüydü; Devlet Tiyatroları’nda Allah’tan sonra gelen adamdı. Üstelik de yaşlandıkça gençleşiyordu sanki. Son yllarında bile en modern en ilerici oyunları sahnelemişti.

LÖ: Semih Sergen, Kerim Avşar ve Yıldırım Önal da vardı. Onlar gerçekten de dev aktörler. Kendi üsluplarıyla var olan, birbirleriyle yarışan olağanüstü oyuncular.

 

Cuma akşamları trene binerken nefesimin kesildiğini anımsıyorum. Ne müthiş bir heyecandı o...

BS: Ve de ne biçim repertuardı o! Shakespeare’ler, Schiller’ler, Dostoyevski’ler, Moliere’ler...

 

Çok az oyuncu olduğundan bu büyük oyuncuları sık sık izleyebiliyorduk.

BS: Annem operada ama Cüneyt Bey, operacıları tiyatroda, tiyatrocuları da operada oynatıyordu. Annemin en az altı yedi oyunda oynamışlığı var.

 

“DEVLETİN TİYATROSU ŞAŞALI OLMALI”

Hazır lafa Devlet Tiyatrosu’ndan girmişken bugünkü D.T. hakkında ne düşünüyorsunuz?

BS: Benim arzuladığım Devlet Tiyatrosu işte o senin anımsadığın tiyatro, yani tiyatronun amiral gemisi. Antiğinden klasiğine ve modernine önemli büyük prodüksiyonlar devamlı sahnelenmeli. Hâlbuki şimdiki Devlet Tiyatroları artık özel tiyatrolar gibi kendini kurtarma ve reyting derdinde. Bir büyük prodüksiyon sahneleyip onu yıllarca oynuyorlar, gerisi üç kişi, beş kişi...

LÖ: Genç, yerli yazarlara neredeyse hiç yer verilmiyor.

BS: Ne zaman ki özel bir statüsü olan ve her yıl ancak dördüncü sınıftan mezun olanların – ki üç beş kişiyi geçmezdi– kadrolarına katılabildiği Devlet Tiyatroları, üniversitelere ve dolayısıyla YÖK’e bağlandı ve Türkiye’deki bütün üniversitelerin tiyatro bölümleri açıldı, iş çığırından çıktı. Sorun sadece her yıl mezun olan yüzlerce tiyatrocu değil, asıl bunlara eğitim verecek kadro yok. Ne kadar hoca bulacağım, kimi mezun edeceğim ve nereye alacam? Bölge tiyatroları o bölgenin oyuncusu, yönetmeni orada tiyatro yapsın diye kuruldu ama hiç kimse bunu istemiyor. Herkes İstanbul’u istiyor. Dizisini çekecek, parasını kazanacak. Tiyarocunun da tiyatronun da kalitesi büşüyor. Kuyruğunu yiyerek kendini yok eden bir yapı oluştu. Ben böyle bir Devlet Tiyatrosu istemiyorum!

 

Ama bu demek değildir ki Devlet Tiyatroları kapansın.

BS: Tabii ki hayır! Biz tiyatronun gerekliliğini tartışmıyoruz! Devlet Tiyatroları’nın da gerekliliğini tartışmıyoruz! “Devletin eliyle tiyatro olur mu” yanılgısını tartışıyoruz. Dünyadaki bütün önemli ödenekli tiyatrolar devlet desteği alır.

LÖ: Ve de bütçelerinin yüzde 80- 90’ını devlet karşılıyor. “Devletin tiyatrosu olur mu” diyorlar. Tabii ki olur. Olmalı da.

 

Yirmili yaşlarında her hafta değilse bile iki haftada bir şehirlerarası tiyatro yolculuğuna çıkan bu delikanlı 50 küsur yıl sonra yine on beş günde bir tiyatroya gitmeyi biraz hobi, biraz da iş olarak yapmaya devam ediyor. Ama bu kez devlet veya şehir tiyatrolarına yılda bir ya da iki kez uğruyorum ve çoğunlukla bu bile hüsranla sona eriyor. Nedir bunun çaresi?

BS: Bu düşüşü önlemenin bir tek yolu var. Benim zamanımdan, Levent’lerin zamanından ondan öncekilerin zamanından, ta Cüneyt Gökçer zamanından beri çıkarılmaya çalışılan yasa. Biz bir yasanın peşindeyiz ama yasa bir türlü çıkartılamıyor. Tiyatrocunun durumu farklı; sabah sekizden beşe prova yapıyorsun; biraz dinlenip oyuna giriyorsun. Sonuçta sabahın köründen gece yarısına kadar oradasın. Bu yapının ayrı bir şekilde değerlendirilip yasasının da öyle çıkması gerekiyor.

 

Çıkartılsa bile yetmez. Bir de uygulanması gerekli.

BS: Hangi meclise hangi hükümete gönderildiyse hep şurayı da düzeltin, orayı da düzeltin diye diye bu atıl hale geldik.

 

Bu ataleti kırmak için kapatalım demek çare mi?

LÖ: Olur mu? Aslında Devlet Tiyatrosu o kadar önemli ki. Devletin tiyatrosu, operası ve balesi o kadar şaşaalı olmalı ki... Mesela cumhurbaşkanının bir misafiri geliyor. Onun misafiri de olsa olsa bir devlet başkanı tabii ki. Onu bara, gazinoya ya da yemeğe götüremezsiniz. O insanı bir sanat etkinliğine götürmeniz en doğrusu değil midir? Tiyatronun, operanın, balenin dili enternasyonaldir. Bunlar bir ülkenin onuru ve gururudur. Bu yüzdendir ki devletten önemli maddi ve manevi destek alırlar. İtalya La Scala’yı, Amerika Metropolitanı, İngiltere Covent Garden’ı kapatmaya kalkar mı?

 

“TEK KİŞİLİK OYUN AYRI BİR İŞ”

Dediğiniz gibi bu tür sanat merkezleri bir ülkenin bir milletin prestijidir. Sizler de ‘Adolf’u yurt dışına, Almanya’ya ve özellikle İsrail’e götürerek prestijimize katkıda bulunmaya çalışıyorsunuz. Gelin biraz tek kişilik oyunları konuşalım.

Pip Utton, tek kişilik oyunları yazıp, yönetip, oynuyor. Tek bir oyuncu ve az biraz dekorla turneye çıkarması da kolay. Dünyanın her yerinde tek kişilik oyun geleneği fazla yok. Ta meddahtan günümüze uzanan bir geçmişi olduğundan bizde bu gelenek var. 60’lı yılların başlarında Genco Erkal’ın ünlü ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ ile başladı ve izleyicinin bilinçaltında sanki genetik kod olarak kaydı varmış gibi hiç yadırganmadı, hatta yıllarca oynandı.

BS: Severiz tek kişilik oyunları ama ehil ellerde yapılamadığı takdirde çok da sıkıcı olabilir. Önce tekst.

 

Tabii, eninde sonunda bir buçuk saatlik bir monolog bu. Ya onuncu dakikada seyirci, kendi kendine “ benim burada ne işim var” demeye başlar, en önde otursa bile çaktırmadan saatine göz atmaya çalışır, ya da başından sonuna soluk soluğa izler. Son zamanlarda Şehir ve Devlet Tiyatrosu izleyicileri ne yaptığını bilmeden, en zırva oyun bile bittiğinde ayakta alkışlıyor. Adolf’u izlediğimiz gece ise, hepimiz neredeyse içgüdüsel bir heyecanla aynı anda ayağa fırlayıp alkışladık seni.

LÖ: Bizim tek kişilik bir geleneğimiz var da bu gelenekten yola çıkarak çok kişilik oyunları da tek kişilikmiş gibi oynama eğilimi de var. Oysa tek kişilik oyun ayrı bir iş. İnsan onu tüm background’u ile götürmek zorunda. Ayrı bir konsantrasyon, ayrı bir donanım ayrı bir ustalık ayrı bir özgüven ister. Bana sorsan, ki ben de oyuncuyum, açık söylüyorum tek kişilik bir oyun oynamayı kolay kolay göze alamam.

 

Levent, oyun bittikten sonraki senin kaleme aldığın şu son oyun bizleri çok etkiledi.

LÖ: Onu ben yazdım ama Pip Utton’un o konuda hoş görülü ve özgüvenli bir duruşu var. Onun orijinal metninde de öyle bir ikinci final var; ancak, “hem yazılı metne bağlı olarak kısmen doğaçlama oynanabilir, hem de her ülkede oyunun yönetmeni ve oyuncusu kendi ülkesinin bakış açısından faşizmi yorumlayarak metinde değişiklik yapabilir” diyor. Bunu her yazar kolaylıkla yapamaz. Özellikle yazmanı rica ediyorum, bu sebeple adama büyük saygı duyuyorum.

Her ülkenin faşizmi bir algılayışı vardır; siz ister benim metnimi kullanın, ister bu çatıyı koruyarak kendi metninizi yazın diyor. Biz de oturduk, düşündük ve bunu yazdık.

 

Levent, sen yılların oyuncususun ama bildiğim kadarıyla yönetmenliğin pek yok. Buna karşın, minimalist bir dekorla, çok iyi bir ışıklandırma ve ses kullanımı ile ve de müthiş bir oyuncu ile gerçekten usta bir yönetmen olarak çıktın karşımıza.

LÖ: İnsanın Burak gibi olağanüstü bir oyuncusu olunca...

 

Yine de kolay iş değil. Sanırım beraberce, çok düşünerek ve de inanılmaz çalışarak kotardınız oyunu.

LÖ: Ve de kavgalar ederek. Küstüğümüz, üç-dört gün birbirimizle konuşmadığımız oldu; tabii birkaç gün sonra barışıp yine sarmaş dolaş devam ederek. Zor bir süreçti ama çok da faydalıydı. Başka türlü de oyun çıkmaz zaten. Tek kişilik bir oyun varsa oradaki yönetmenin oyuncuyla birlikte erimesi lazım. Sen orada oyna, ben yöneteyim olamaz.

 

Sizin bir özel durumunuz daha var; ikiniz de oyuncusunuz. Sen bir yandan oyunculuk yıllarının deneyimini bu kez bir başka oyuncuyu yönlendirmek için kullanıyorsun, bir yandan da karşılıklı iki oyuncu olarak birbirinize giriyorsunuz tabii ki...

: Genco, Genco’yu çok iyi yönetir, çünkü Genco’dan ne alacabileceğini çok iyi bilir. Dünyanın en iyi oyuncusu ve en iyi yönetmeni de olsa, özel yaşamlarında tarzları uymazsa, çok da iyi bir diyalogları yoksa bu iş olmaz. Ben Burak’ı okul zamanından beri, belki 30 senedir tanıyorum. Çok da seviyorum. Babasıyla da çok yakınım. Rahmetli kuzeni Alev Sezer’le tüm gençliğimiz beraber geçmiştir. İşte bütün o seneler burada.

BS: İnşaatta prova yaptık biz. İş o mekânı hissetmekte; Levent de hissetti ben de hissettim. Her yönetmen öyle inşaatın içine de girmez. Hele bitsin provalara başlarız der.

 

Metin, gerçekten üst düzeyde. Ne bir slogan ne de anti-faşist bir söylem var. Sadece karşımızdaki dünyayı kana bulamış yarı deli canavar, bizlerle - yani sığınaktakilerle paylaştıklarıyla izleyiciyi faşizmin özüne götürüyor.

LÖ: Faşizm bir yönetme biçimi ya da bir ideoloji değil, bir yöntem. Müslüman’ı, Hıristiyan’ı, Sağcısı, Solcusu, Liberali, Komünisti, herkes bu aşağılık baskı yöntemini kullanabilir. Dünyada faşizm ve soykırımlar hâlâ var. Bizim insan olarak görevimiz bunları tartışmak! Faşizm öyle bir şey ki, illa devletle ilişkili olması gerekmez. Bireysel faşizm de var. Öğretmenimiz, anne ya da babamız bile bir ‘führer’ olabilir.

Eğer tartışmayanlardan biriysek ve ısrarla çaldığında kapımızı açarsak, hatta biraz aralarsak faşizm her an içimize girebilir. Bu tartışmayanlar var ya, onlar duymazdan geldikleri için aslında kendileri faşist.

 

Adolf’un kadınlar hakkında söyledikleri de pullu mühürlü faşizm değil mi?

BS: “Kadınların zekâsı o kadar önemli değildir” diyor. “Hele bir kadın varoluş sorunlarını kurcalamaya başladığı zaman, bunun ne kadar can sıkıcı ve sinir bozucu birşey olduğunu bilmeyen erkek yoktur” diyor.

LÖ: Bir de Nazilerin cinsel sapkınlıkları, sado-mazo takıntıları, uyuşturucu ve benzeri ilaç kullanımları var. Kimi izleyici, adamın elini devamlı orasında olmasını yadırgadı. Frenginin son evresi, cinsellik neredyse bitmiş ama adam hâlâ orasından medet umuyor! O kendine güvenen güçlü pozisyonunu almadan önce hep âletinden güç almaya çalışıyor.

 

Oyun saati de yaklaşıyor, son bir sorum olacak. Charlie Chaplin’in ‘The Dictator’ filminde masanın üzerine yatıp bacak bacak üstüne attığı sahneyi Burak yerde, neredeyse bire bir tekrarlıyor. Bu gönderme tabii ki bilinçli, değil mi?

LÖ: Olmaz olur mu? Hitler’den önce bir de Mussolini var. Mussolini olsun, Hitler olsun giderek birbirinin kopyası olmuşlar ama her ikisi de beden dillerini Chaplin’den almışlar.