Öyle bir geçer zaman ki: BİR ZAMANLAR BÜYÜKADA

‘Bir Zamanlar Büyükada’ adlı kitabında, çocukluk ve ilk gençlik yılları anılarından yola çıkarak belleğinde kalan Büyükada’yı anlatan Viktor Albukrek, ne yazık ki artık var olmayan bir yaşam tarzını ve sona eren bir devrin ışığını, rengini, kokusunu, müziğini paylaşıyor okuruyla…

TUNA SAYLAĞ Sanat
28 Ağustos 2013 Çarşamba

Viktor Albukrek’in Büyükada Müzesi’nin ‘Adalar’da İz Bırakanlar’ arşivine konmak üzere yazdığı 240 kelimelik bir yazı, üç senelik bir emeği sonucunda 1931-61 yılları arasını kapsayan 170 sayfalık bir anı kitabına dönüştü. İçeriği ve fotoğraflarıyla zamanın ruhunu çok iyi yakalayan ‘Bir Zamanlar Büyükada’, beni hem gülümsetti hem hüzünlendirdi ama en çok düşündürdü, nereden nereye geldik diye…

Yaşam süre geldikçe değişim devam eder; hiçbir şey aynı kalmaz; bu çok doğal ve gereklidir. Ancak dönüşürken yitirilen güzel duygulara, kayıplara karışan ortak değerlere veya tahrip ettiğimiz bakir tabiata ne demeli? Yoksa bunlar da mı değişimin doğasından sayılıp umursanmamalı? 

Kayıp ve kazanımlarımızı olduğu gibi kabul etmeye çalışsak da, bazı mukayeseler yapmaktan kendimi alamıyorum. Özellikle yazarın kitapta, sevgi ve tatlı bir hasretle sözünü ettiği devrin yaşam tarzı, aile içi ilişkiler, bağlılık, samimiyet, paylaşım, yardımlaşma, komşuluk ve mahalleliliğin aslında kardeşlik olduğu vurgusu; ketumiyetin ve bireyselciliğin baş tacı edildiği, anne-babaların bile evlatlarına rahatça soru soramadığı günümüzde, beni başka dünyalara götürdü. Özellikle yazarımızın 55 yıllık eşi Nimet Albukrek ile ilişkileri boyunca her şeyi saatlerce konuştuklarını ve bu sohbetlerinin hâlâ devam ettiğini yazdığı satırlar, kopuk hayatlar süren bugünün insanının, etrafındaki kalabalıklarla rağmen ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha hatırlattı.

 Viktor Albukrek, yer yer kendiyle dalga geçen, yalın bir dil, dozunda bir hissiyat ve tadında bir mizah anlayışı ile kaleme aldığı bu otobiyografik romanda, çoğu nostaljik öyküde yapıldığı gibi, bir duygu sömürüsü kolaycılığına düşmemiş. El-tamir becerisi kadar tasvir yeteneğine de sahip olan Albukrek, sesler, kokular ve renkler ile betimlediği anlatısını, eski ama nadide bir film gibi gözlerimin önünden geçiriverdi. Yazarın eserinde kullandığı diller, adanın çok kültürlü yapısına dikkat çekerken doktor babasının bir çelebi olgunluğuyla söylediği sözler veya verdiği öğütler bugün de geçerliliğini koruyor.

Ada hayatı kadar Albukrek’in deniz aşkı, ki bu sevda hâlâ sürmekte, ve elleriyle yaptığı, 18 yıl tepe tepe kullandığı sevgili sandalı da kitabın önemli bir kısmını oluşturuyor.

Büyükada’nın yeşil bağrında, bir sevgi çemberi içerisinde dolu dolu geçirilen bir çocukluğu, Albukrek ailesinin beş evladına verdiği sorumluluk ve tasarruf bilincini, sanat-müzik eğitimini takdir ve gıptayla okudum. Bu kitapta Viktor Albukrek’in hikâyesini anlattığı bir Büyükada var; fakat o Büyükada aslında artık yok! O insanlar, o ilişkiler, o yapılar nostaljik bir motif olarak hatırlanıyor yalnızca ve bu anlatılanlar çok insana masal gibi geliyor. Peki, düş müydü o günler? Belli ki değildi. Bütün bunları konuşmak için Viktor Albukrek’in kitapta da adı geçen Mehmetçik Sokak’taki evine gittim.

Anılarınız çok canlı ve ayrıntılı, bu kadar detayı nasıl hatırlayabildiniz?

Silvyo Ovadya, Halim Bulutoğlu başkanlığında Büyükada Aya Nikola’da eski bir helikopter hangarının içinde bir müze yapılacağını, diğer azınlık cemaatleri gibi bizim de burası için bir şeyler yapmamız gerektiğini söyleyerek benden 240 kelimelik bir Ada yazısı istedi. Bu yazıyı toparladıktan sonra üç gece uyku tutmadı. İnanılmaz bir netlikte bütün çocukluğum, anneannem, büyükbabam gözlerimin önünden geçti. Bugün hâlâ inanamıyorum buna. Hemen ertesi gün yazmaya koyuldum. Hatırladığım detaylar diğer anılarımı tetikledi. Kumun rengi, suyun kokusu, birçok dildeki şarkılar (Rumca bir iki şarkı mırıldanıyor bu arada), küfürler aklıma geldi.

 Bu kitap bir nesle hitap ediyor, günümüzün gençliği bunu anlayamaz. Bu duygusallığa sahip olmadıkları gibi sözü edilen hayatı yaşamadıkları için bunu hissedemezler. Kitabın dili de o döneme ait. Büyükada’yı tanıyanlara özellikle de ülkeden ayrılanlara bambaşka bir heyecan veriyor. Yahudilik, Büyükada sevgisi ve büyük bir aşkla bağlanmış olduğum deniz,  kitabımın üç ana temasını oluşturuyor. Bu konuları benimseyecek olan kitlenin oldukça sınırlı olduğunu düşünüyordum. Oysa yanılmışım. Bir ayda 1030 kitap satıldı. Bunun dışında geliri kendilerine ait olmak üzere yüklü miktarda kitabı da çeşitli derneklere bağışladım. İkinci baskısı da tamamlanmak üzere…

Anılarınız 1931-61 yılları arasını kapsıyor; neden böyle bir sınırlama yaptınız?

 

Kitabın son on sayfasında bir devrin kapanışını, altını kalın hatlarla çizmeden yazdım. Sanayinin gelişmesi, binaların betona dönüşmesi, gayrimüslimlerin değişik sebeplere adadan uzaklaşmaları bir dönemin sona ermesine yol açtı. ‘Campagne’ (sayfiye) dediğimiz devir bitti ve ben bu biten devri kaleme aldım.

Evinizde kaç dil konuşulurdu?

Evimizde Judeo-Espanyol, Fransızca, Almanca (gizli şeyler için) ve Türkçe konuşulurdu. Adanın Nizam tarafında oturan Yahudiler Fransızca, Maden bölümünde yaşayanlar ise Judeo-Espanyol konuşurlardı.

Kitabınızı akıcı ve yalın bir dille kaleme almışsınız; kolay yazdınız mı?

Hayır. Düşündüğümü en az ama en vurucu kelimelerle ifade etmek için çok kafa yordum. Sözcükleri mümkün olduğunca tekrar etmemeye, ekonomik olmaya çalıştım. Kendimce bir yazı tarzı oluşturdum. Bir de unutmamak gerekir ki, Türkçem eski; yeni dile biraz intibak edebilmek için dilbilgisi ve yazım kuralları kitaplarından istifade ettim.  Ayrıca ailemizin verdiği müzik eğitiminden olsa gerek cümlelerin fonetiğine çok dikkat ettim. Gece geç saatlere kadar çalışarak kitabı iki buçuk yılda tamamladım.

Yaklaşık 70 yıl önceki bir devri anlatıyorsunuz ve biz okurlar, birçok şeyin artık var olmadığını görüyoruz. O zamandan bugüne neleri kaybettik?

Benim nostalji anlayışımda kaybetmek diye bir şey yoktur. Yok olanları o şekilde değerlendirmiyorum. Mesela, “eskiden burası bakkaldı, şimdi süpermarket oldu ya da ahşap bir evdi gökdelen oldu” demem. Olan değişimi bir eksiklik veya bir vicdan azabı olarak görmem. Dünya değişiyor ve değişim kaçınılmaz; biz bu değişime ayak uyduramıyorsak sorun bizdedir. Dolaysıyla kitabımda eski ile yeniyi karşılaştırmaktan kaçındım. Acı değişiklikleri bile mizahla ifade ettim. Kimseyi hüzünlendirmek istemedim çünkü artık olan oldu, yaşandı ve bitti. Kıyaslama yapmadan bir dönemi anlattım. O yıllar benim açımdan güzeldi ama başkası için aynı şekilde olmayabilir. Bir tek, betonlaşma yüzünden insanın topraktan kopmuş olmasına üzülüyorum. Evet, bir gün tekrar ona döneceğiz ama yaşarken de toprakla temasa ihtiyacımız var. Amerikalıların çıplak ayakla gezmeleri, Almanların hat boylarında küçük bahçeleri ekip biçmeleri hep onunla iç içe olmak için. Bugünkü çocukların bundan yoksun büyümeleri acıdır.

Kalabalık aileler, her konuyu konuşma rahatlığı, acaba karşımdakinin özeline mi giriyorum kaygısı olmadan soru sorma devri artık kapandı. Siz her iki zamanı da yaşadınız, yaşıyorsunuz. Neler söylersiniz?

Bu devir böyle; eskinin kalabalık ailelerindeki müşterek sorunlara müşterek çareler bulmak ihtiyacını artık göremiyoruz. Bunun birçok sebebi var. İnsanlar bir saniyesini bile başkasına ayırmak istemiyorlar; kendini, zamanından çalınmış gibi hissediyorlar. Egolarını çelik bir kutu içinde hapsetmiş, dışarıya hiçbir şey sızdırmak istemedikleri gibi tavsiye almaktan da hoşlanmıyorlar. Özellikle gençler her şeyi bildiklerini sanıyorlar ve birine danışmayı kendilerine yediremiyorlar. Bu süreçten kendileri de tatmin olmadıkları gibi egolarını da yitiriyorlar. Zamanı unutmak ihtiyacı içindeler. Bunun için, ya televizyon ya da bilgisayar başında sürekli başkalarının yaptıklarını seyredip onlar namına seviniyor veya üzülüyorlar.

Nostalji kitaplarında hüzünlü bir özlem vardır geçmişe, hep güzel olanlar hatırlanır; acaba zihnimiz zaman içinde kötü anıları eliyor mu? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Zihnin rolü büyük ve bütün vücudumuz gibi onun da bakıma ve şefkate ihtiyacı var, ancak o zaman zihin boşalır. Herkesin nostaljisi geçmişe aittir. Küçükken anne ve babamızın şefkati, ihtimamı ve koruması altında huzur içinde yaşarız. Önemli mesuliyetlerimiz yoktur. Hayatın dertleri ve yaşam mücadelemiz esas biz büyüyünce başlar. İşte bu zorluklar, geçmişte ana kucağında yaşadığımız o günleri nostaljik kılar. Nostalji dediğimiz baba evinde geçirdiğimiz rahat, sorumsuz, kaygısız ve huzurlu yıllara olan özlemdir bence. Bir koku, bir müzik parçası veya bir görüntü bize o günleri yeniden yaşatabilir. Ve o günler hep çok kıymetlidir.