Dünyanın en büyük heykel parkı: VIGELAND

Tek bir sanatçı tarafından yapılan dünyanın en büyük heykel parkı Vigeland, tüm sanatseverleri Norveç’e çağırıyor.

TUNA SAYLAĞ Sanat
24 Temmuz 2013 Çarşamba

Orda bir park var uzakta VİGELAND

Bir park düşleyin; içinde göleti olan, göz alabildiğine büyük ve yemyeşil, gücünü özgürlüğünden, ününü özgünlüğünden alan… Oslo’daki bu parkı özel kılan çoğu devasa iki yüzü aşkın çıplak heykel adeta bir insanlık halleri arenası oluşturarak, yıllardan beri ziyaretçilerin hayatlarına ayna tutmaya devam ediyor...

‘Norveç Fiyortları’ gezimizin, ki bu başka bir yazının konusu olacaktır, son durağı olan Oslo’daki sayılı saatlerimizi ‘Hop on hop off’ otobüsüyle yaptığımız şehir turuna ve “iyi ki gitmişiz” dediğim, dünyanın en büyük heykel parkı, ünlü Vigeland’a ayırdık. Oslo’ya gidenlerin olmazsa olmaz dedikleri bu ziyaret, doğa ağırlıklı yedi günlük gemi yolculuğumuzun en önemli sanat olayı idi bana göre.

Vigeland; 80 dönümlük yeşil arazisi, kuş sesleri arasında piknik yapan, oyun oynayan, faklı sporları deneyimleyen, kitap okuyan,  el ele gezen, koklaşan, kısaca kimsenin kimseye göz ucuyla bile bakmadığı, herkesin özgürce iyi vakit geçirdiği bir yer olarak, hafızasında bir ay önceki tatsız olayların izini taşıyan beni, acı acı ve biraz da hasetle gülümsetti.

 

Gustave Vigeland

(1869-1943)

Parka adını veren ve tüm heykelleri tasarlayıp yapan Gustav Vigeland, Norveç’in güney kıyısındaki Mandal’da doğdu. Çocukluğundan beri ahşap oyma sanatıyla ilgilenen genç adam, çalıştığı işten çıkarılınca kendini tamamen hobi olarak uğraştığı heykel yapımına adamaya karar verdi. Oslo’da heykeltıraş  Bergslien’in ilgisini çeken Vigeland, ilk derslerini bu ustadan aldı. 1891-1896 yılları arasındaki dönemi Kopenhag, Berlin ve Floransa’da geçiren sanatçı, henüz 23 yaşındayken Paris’te ünlü heykeltıraş Auguste Rodin’in yanında bir yıl kadar çalışarak heykel sanatında ustalaştı. Daha sonra tekrar ülkesine dönerek kısa zamanda iki ödülün sahibi oldu.  Yeteneği ve ününe rağmen maddi sorunları olan sanatçı; 1921 yılında Oslo Belediyesi evini yıkıp yerine kütüphane yapınca, bunalıma girdi. Ancak daha sonra yönetimle anlaşarak yeni bir stüdyo-ev ve masraflarının karşılanması karşılığında yapacağı tüm eserleri Oslo kentine bağışlayacağını söyleyince, bu ünlü açık hava müzesinin temelleri atılmış oldu. Vigeland tarafından 1924 tarihinde inşasına başlanan park, kendisi 1943’te ölünce asistanları tarafından  tamamlandı. 35 senede 212 heykel yapan ve yaşamını Nobels geçidindeki atölyesinde tamamlayan heykeltıraşın evi daha sonra Vigeland Müzesi oldu.

Dillere destan park

Vigeland Parkı tek bir sanatçı tarafından yapılan dünyanın en büyük heykel parkı ve Norveç’in en turistik yerlerinden biri. Doğu kısmı 20.yüzyılın başlarından beri park olarak kullanılan bu alan, son haline ağırlıklı olarak 1939-1949 yılları arasında yapılan çalışmalar sonucunda kavuştu. Parktaki tüm heykeller Gustave Vigeland tarafından tam boyutlu olarak kille şekillendirildikten sonra profesyonel ustalar eserleri bronz, granit ve döküm oymadan yaptılar.


Ve karşımızda Vigeland

Şahane ferforje bir kapısı olan parktan içeri girince bizi göz kamaştıran yeşillikte, büyük bir alan karşılıyor. İskandinav iklimine inat güneş pırı pırıl. Hep birlikte yavaş yavaş heykelli alana doğru ilerliyoruz. Parktaki heykeller 850 metrelik eksen boyunca yer almış beş ana birimden oluşuyor: Ana kapı, Çocuk oyun alanının olduğu köprü, Çeşme, Monolit sütun ve Yaşam çarkı (döngüsü).

Tüm heykeller çırılçıplak, en doğal ve saf halleriyle karşımızdalar. Parkın maskotu, dokunulmaktan eli aşınmış ünlü ‘ Öfkeli Çocuk’. Turistler, daha yakından görmek için sıraya girmişler önünde. Herkes gibi ben de resim çekme telaşına girerken “anı kaçırıyorum” duygusuna kapılıyorum. Eserleri birebir seyretme, inceleme fırsatı varken yine kendimi bir heykelin yanı başında arkadaşıma poz verirken yakalıyorum. Zamanı dondurmak istiyorum kameram aracılığıyla ama ne mümkün! Etraf çocuk, yaşlı insan, anne- baba heykelleriyle dolu. Kompozisyonlardan her biri yaşamın duygusal bir kesitini aktarıyor. Anlıyorum ki, acı, hüzün, tutku, şefkat, merhamet, sevgi, aşk, vefa, yardım, öfke, birlik, mutluluk gibi duygular insanlığın ortak paydası; bunlar ülkeden ülkeye değişen değerler değil. Vigeland’ın heykelleri bize bunu bir kez daha hatırlatıyor. Ve ülkemizde yaşadığımız öfkeli günlerin ardından bu tespit bana iyi geliyor, ferahlıyorum geçici de olsa. Bir heykelden diğerine koşuyoruz, birbirimizi çağırıp hislerimizi paylaşıyor ya da yorum yapıyoruz.

Meydanda bulunan 100 metre uzunluğundaki köprünün her iki yanı her biri gerçek boyutlarda olan yetişkin kadın/erkek, genç ve çocuk heykelleriyle bezeli; buradaki yapıtlarla farklı cins ve yaştaki bireylerin arasındaki ilişkiler anlatılmaya çalışılmış. İçinden sular fışkıran havuzu ise erkek heykeller başlarının üzerinde taşıyorlar. Onların üstünde de bronzdan ağaç heykelleri var insanoğlunun doğumdan ölüme uzanan yolculuğuna işaret eden. Biraz ilerde bir sütun. Yaklaşmaya başlayınca bunun üst üste yığılmış insan bedenlerinden oluşmuş bir heykel kümesi olduğunu görüyorum. Muhteşem bir görüntü! İnsanları birliğe çağıran, 17 metre yüksekliğinde, 121 insan figürü içeren ve tek bir granit bloktan oluşan bu sütuna yaşamın evrelerini simgeleyen birçok başka heykel de eşlik ediyor.

Sonsuzluğun sembolü olduğu söylenen Yaşam çarkına gelince, burada bir çelenk formuyla birbirlerine tutunmuş kadın, çocuk ve erkekleri görüyoruz.  Bir anlamda bu heykel, tüm parkın vermek istediği mesajı özetlemekte bize. Tanıtım broşürlerinde yazdığı gibi “Beşikten mezara; insan yaşamı aşk, keder, umut, hayal ve ebediyet arzusundan geçen bir yolculuktur”.

Sayılı saatlerimiz çabucak tükendi. Tabii ki parkın her yerini istediğimiz gibi dolaşamadık, göremedik. Kendimi ağzına bir parça bal çalınmış çocuk gibi hissettim. Vigeland’a doyamadım ama arkadaşlarla, gemimiz kalkmadan bir de Belediye binasına göz atalım deyince istemeye istemeye parktan çıktık. Derim ki sadece Vigeland’ı görmek için bile bir kez daha Oslo’ya gitmeye değer!