Bir zamanlar Gezi Parkı

Birazdan tam 13 gündür her sabah yaptığım gibi yine geziye gideceğim. Geziye giden, orada hayatlarını çadırda sürdüren gençlerin hepsinin farklı beklentileri var. Kimisi daha özgür bir dünya, kimisi daha adil ve eşit bir yaşam, kimisi de hiçbir ayrımcılığın olmadığı bir ülkede yaşamak istiyor. Beni oraya her sabah ve akşam sürükleyen ilk neden ise ‘hatıralarımın yok edilmesine engel olmak’. Yirmi dokuz yıllık yaşamımın on dokuz yılını geçirdiğim, doğduğum, büyüdüğüm, ilk bisiklete binmeyi öğrendiğim Taksim Gezi’nin benden sonrakilere kalması için oradayım.

Mois GABAY Köşe Yazısı
12 Haziran 2013 Çarşamba
 

Umarım siz bu yazıyı okuduğunuz sırada hayat normale dönmüş ve Gezi Parkı direnişe gerek kalmadan halkın el ele şarkılar söylediği, direnişten kalan izlerin bir açık hava müzesine dönüştüğü bir milli parkımız olmuştur.

Birazdan tam 13 gündür her sabah yaptığım gibi yine geziye gideceğim. Geziye giden, orada hayatlarını çadırda sürdüren gençlerin hepsinin farklı beklentileri var. Kimisi daha özgür bir dünya, kimisi daha adil ve eşit bir yaşam, kimisi de hiçbir ayrımcılığın olmadığı bir ülkede yaşamak istiyor. Beni oraya her sabah ve akşam sürükleyen ilk neden ise ‘hatıralarımın yok edilmesine engel olmak’. Yirmi dokuz yıllık yaşamımın on dokuz yılını geçirdiğim, doğduğum, büyüdüğüm, ilk bisiklete binmeyi öğrendiğim Taksim Gezi’nin benden sonrakilere kalması için oradayım. Çocukluktan kalan bir sürü anı var oraya her gidişimde aydınlanan. Babamın uzaktan “Bak oğlum şarkıcı Dario Moreno ilk bu Taksim Gazinosu’nda sahne almıştı, tüm aile izlemeye gitmiştik” dediği günü dün gibi hatırlıyorum. Bir zamanlar emekli olan birçok yaşlı cemaat bireyimizin toplanıp beş çayları içtiği, muhabbet ettiği çınarların altındaki çay bahçeleri benim gezim. Şimdileri o gruptan hayatta kalanlara Kabataş Beltaş kafede rastlıyorum pazar günleri. Araçlarının kornalarına basa basa, Taksim Evlendirme Dairesi’ne gelen burada hayatını birleştiren mutlu çiftlerdir benim Gezi Parkım. Hepsinden en önemlisi ise Taksim’deki evden yalnız çıkıp sabahın erken saatlerinde bisiklete binip özgürce dolaştığım parkın adıdır. Geziye gelen binleri gördükçe keşke diyorum içimden. Keşke bunca zaman Taksim’in göbeğindeki bu nadide zenginliğe zamanında daha fazla sahip çıkabilseydik. O zaman hangi otorite bizden daha evvel buranın sahibi olan o güzelim çınar ağaçlarını kesmeye yeltenebilirdi ki? Keşke İstiklal Caddesi’nin ihtişamlı kafe zincirlerine kendimizi kapamasaydık da Gezi Parkı’nı doldursaydık, o güzel mekânı tinercilere, sokak çocuklarına mekân yapmak yerine… Taksim Gezi, Anadolu’nun herhangi bir şehrinden İstanbul’a ilk ayak basan genç bir çiftin pahalı kafeler, ihtişamlı lokantalar yerine ilk çayını yudumlayıp, simidini yediği yerdir. Unutulan, hor görülen gezi bu ülkede ‘öteki’ görülen herkes gibi beklenmeyen şekilde ve zamanda kendini hatırlatmıştır, gözünü sermaye hırsı bürümüş anılarını bir köşeye itmiş herkese. 

Peki, son bir buçuk haftada neler oldu? Bir yandan sosyal medyada protesto alanlarında yaşananlar an ve an aktarılırken, diğer taraftan da otoritenin umursamaz tavrına mizahi bir tepki oluştu. Antik Yunan’dan beri şehir-meydan ilişkisinde meydanlar halkı temsil eder. Baskı altında memnuniyetsiz halkın hükümdarlara karşı en büyük silahı ise mizahtır. Yaşanan süreçte, sosyal medya çağdaş agoralarda halkın antik tiyatroları olmuştur. Yıllardır duyarsız, apolitik diye nitelenen Y kuşağı gençleri tüm topluma kendilerini mizah yoluyla anlatabilmişlerdir. Duman’ın “Gazına da copuna da eyvallah” şarkısı dinlenme rekoru kırarken, Boğaziçi Caz Korosu’nun kardeş türküleri halkın dilinde dolaşmaya başlamıştır. Karikatüristleri şaşkına uğratacak sayıda espri üretilirken, tüm dünya dillerine de yeni bir fiil armağan edilmiştir. Asmalımescit, Cihangir ve Galata’da yeni düzenlemeler ile başlayan, Şehir ve Devlet Tiyatroları’nın kapatılması, Emek Sineması’nın yıkımı, ardı arkası kesilmeyen çılgın otel ve rezidans projeleri, anlaşılamayan yangınlar, otelleşen Gar binalarımız, ucube diye addedilen sanat eserleri, eğitim reformları, alkol kısıtlamaları, Beşiktaş İskelesi’nin tahliyesi, üçüncü köprüye verilen isim ve son olarak da Gezi Parkı ile gelinen süreçte sivil katılıma olanak tanımayan kamu politikalarının devreye sokulması tepkisel bir harekete yol açmıştır. Böylesi bir ortamda ana akım medyanın akıl tutulmasına tanıklık etmek umutsuzluk ve öfkeyi de arttırmıştır. Belki de normal zamanda bir araya gelmeyecek hiç de homojen olmayan gruplar, gençler herkesin inandığı meşru bir sebep olan “ağaç kesmeye ve aşırı sert tutuma engel olma” karşısında medyanın ve otoritenin sınırlarını aşan, hızlı, cesur, fiziksel ve dijital içerik üretme becerisine sahip bir örgütlenme yaratmışlardır. ‘Tomalı Hacılar Köyü’, ‘Gazkonmaz sokağı’, gezikondu çadırları,Toma yerine pomalar, ‘dokuz gündür yıkanmıyorum acil Toma’, gibi sloganlar bu yaratıcılığın ürünleridir. Gezi’nin bedava dağıtılan yiyecekleri, kütüphanesi, dershanesi çocuk bahçesi, sahnesi, berberi, yaratıcı sokak isimleri ve afişleri direncin fiziki belirtileri iken gezide evlenme teklifi eden veya evlilik sonrası direnişe desteğe gelinlikle gelen çiftler, kandil gecesi yaşanan beraberlik ortak yoğunluğun dışa vurumu olarak hafızalara kazınmıştır. Böylesi bir ortamda farklı gruplar arası saygı ve paylaşma duygusu da gençlerce deneyerek öğrenilmiştir. İlk başlarda küfürlü veya “askerleriyiz” diye bağıran gruplar zamanla duydukları “cinsiyetçi, ayrımcı küfürlere hayır” sloganları karşısında tartışarak doğruyu bulmuşlardır. Özellikle feministlerin parkın girişinde ağaçlara astığı pankartlar burada önemli rol oynamıştır. Üstelik bu öfke seli, şiddeti reddeden, şenlik, paylaşım ve danışmayı da öne çıkaran bir gövdeye sahip olduğu için çekim gücü de hızla artmıştır. Hareketi doğru okuyamayan otoriteler ve medya organları kafalarda soru işaretlerini arttırmıştır. Yıllarca dizilerle, programlarla uyutulan halk aslında hiçbir çıkarını halkı zamanında, doğru ve çok yönlü bilgilendirmekten üstün tutmaması, üstünde hükümet ve sermaye gruplarının etkisi olmaması, tam bağımsız yayın hakkı olması gereken medya karşısında hayal kırıklığına uğramıştır. Bu ortamda sokaktan haberi sosyal medya yoluyla ileten “yurttaş gazeteciliği” medyanın yerini almıştır.

Bu zor iklimde sessiz kalmak yerine tanıklıklarımıza yer veren gazetemiz zor bir sınavdan daha başarı ile geçmiştir. Anlatılacak daha çok detay olsa da bu örgütsüz örgütlülük 27 Mayısları, 12 Eylülleri yaşamış bir neslin mirasçıları olarak ilk defa tanığı olduğumuz ve bizim ağzımızdan aktarılacak bir tarih bırakmıştır. Dileğim daha nice gencin o parkta sevgilisiyle gezmesi, hayatın koşuşturmasında yaşadığını hisseden herkesin orada kendine bir gölge bulmasıdır. Meydanlar bizimdir ve bizim kalmalıdır. Kimileri 68 kuşağı hareketlerinin iz düşümü, kimileri Türk Baharı gibi görse de bizim de gururla söyleyeceğimiz Gezi Parkı’ndan yükselen bir şarkımız vardır artık: Biberine, gazına, copuna sözüne sopasına, tekmelerin hasına eyvallah, eyvallah!

 

Not: Bu yazıma hayat veren başta Gezi Parkı halkı, sosyal medya temsilcileri ve Galatasaray Üniversitesi İletişim Bölümü hocalarıma teşekkürlerimle…