Kaplumbağa

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
5 Haziran 2013 Çarşamba

“Dünyanın en yaşlı canlısı olduğu sanılan Hariette, 176 yaşında Avustralya’da yaşadığı hayvanat bahçesinde öldü…”  24 Haziran 2006’da bazı gazete köşelerinde yayınlanan bu haber, İngiliz bilim adamı Charles Darwin’in evrim teorisini oluştururken üzerinde çalıştığı söylenen kaplumbağanın aramızdan ayrılışını haber veriyordu.

Ali Poyrazoğlu’nun, ünlü İspanyol yazar Juan Mayorga’nın Hariette’sinden esinlenerek kaleme aldığı oyunundan yola çıkarak sahneye koyduğu ‘Kaplumbağa’ isimli piyes, ortasından geçmekte olduğumuz döneme birebir oturuyor.

Hikâye o ki, 1835 yılında Darwin tarafından Galapagos Adaları’ndan alınan kaplumbağa, o tarihten bugünlere birçok olaya tanıklık eder. Bu tanıklıklarında resmi tarihin söyleminden uzak gerçekler vardır. Her dönemde, insanlığın yaşadığı her dönüm noktasında bu bilge kaplumbağanın anlattıkları bilinen gerçeklerden farklıdır zira kendisi “tarihe aşağıdan bakmaktadır…”  Sokaktaki insan manzaraları, onların etrafında gelişen ve yaşantılarını birebir etkileyen olayların tümü tarihin raflarında yerini almıştır.

Kaplumbağanın bilgeliği evrimden kaynaklanmaktadır.  Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Çoktan Darwin’in yanından ayrılan Kaplumbağa ( oyunda Harry ) Avrupa’yı arşınlamaktadır ki bir gün kendisini cephenin ortasında bulur. O denli kimyasal silah kullanılmaktadır ki savaşta, bundan olumsuz etkilenir ve yavaş yavaş evrim geçirmeye başlar… Şimdi bu ironiye bakın! Ülkemin sokaklarında, meydanlarında dertlerini siyasi erke anlatma gayreti ile toplanan insanlara reva görülen, batının uzun süre önce terk ettiği ‘gazlama’… Bunun böyle olmasını buyuranlar, buna sessiz kalanlar, toplumun nasıl bir evrim içine girmesini bekliyorlar acaba? Ülkemin sokaklarında, meydanlarında gazlanan insanların manzaraları ileride tarihin raflarına hangi yorumlarla çıkacaktır? Ve daha da önemlisi Türkiye bunları mı hak ediyor?

Nesilleri ölüm kamplarındaki gaz odalarında tüketilmeye çalışılan bir halkın mirasçısı olarak, yaşananları tüylerim diken diken izliyorum, nedenlerini anlamaya çalışıyorum… Ama nafile. Öte yanda, tıpkı o zamanlarda olduğu gibi, yapılan propagandaya, saptırılan haberlere bakıyorum… Benzerlikler buldukça canım sıkılıyor, düşündüklerimi aklımın bir köşesine hapsetmeye çalışıyorum… Susanları, konuya ilgisiz olanları gördükçe, olayların tırmanması durumunda nelerin olabileceğini tahayyül ediyorum… Ne yalan söyleyeyim, ürküyorum, kanım donuyor.

Büyük kazanım olarak ortaya atılan projelere bakıyorum. Gerçekten hepsi gurur verici: En büyük havaalanı, 10 şeritli, üzerinden tren geçen köprü, Karadeniz’i Marmara’ya bağlayacak kanal vs vs. Halka hizmet edecek bu projelerin yanında, Gezi Parkı’na yapılacak her ne ise onun, “ne anlamı veya ne önemi var?”  diye soruyorum kendi kendime… Bu, Türkiye’yi yüzüncü yıla götürme vizyonu ile hareket edenler için neden bu kadar önem taşıyor? Elbette ki bu sorunun yanıtı kendilerinde saklı. Ayrıca olay ‘Gezi Parkı’ ile kısıtlı da değil.

Kafam karışık! Piyese dönüyorum… İnsanların devamlı bir daire etrafında koşmalarına yüklenen anlam geliyor aklıma. Tarih tekerrürden mi ibarettir gerçekten. Şahsen bu genellemeyi pek sevmem. Her dönemin kendine özgü çerçevesi olduğunu ve olayların bu çerçeve içinde geliştiğini düşünürüm. Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi’nin, Tanzimat Fermanı ile Bolşevik İhtilalı’nın tarihin bir tekrarı olmadığını, birbirlerini tetikleyen ve birbirlerinden etkilenen hareketler olduğu kanısındayım.  Ancak söz konusu insan olunca ‘frekans’devreye giriyor. Zamandan ve mekândan bağımsız, insanın hareketleri, karakteri hep aynı… Genelde haklı olmayı mutlu olmaya tercih eden yapısı ile insan kendini tekrarlayan bir mekanizma adeta. Eski Yunan tragedyalarından beri yalnız edebi eserler değil, ne yazık ki tarihin rafları da böylesi kişiliklerle dolu...