Bukalemun

Mois GABAY Köşe Yazısı
29 Mayıs 2013 Çarşamba

Girdiği her ortamda, ortama uyum sağlamak için şekil ve renk değiştiren canlı. Çoğumuz ortaokul sıralarında biyoloji dersinde bu tanımı öğrenmiştik bukalemun için. Seneler geçtikçe kimimiz bu tanımı içselleştirdik. Arkadaşlarımızın, öğretmenlerimizin, iş hayatında patronumuzun ve de son olarak sevgililerimizin yanında başka bir ‘biz’ olarak bukalemun misali güvenli hayatlar yaşamaya çalıştık.

Yaşamın kendisini güvenlikte yaşamaya feda ettik. Başkalarının düşüncesini o kadar çok önemsiyorduk ki… Aile çevresinde, iş hayatında, herkes bizi sevsin, onların istediği gibi bir kişi olalım diye çoğu zaman kendimizden vazgeçtik. Zaman ilerledikçe iş hayatında farklı bukalemunlarla tanıştık. İşler yolunda giderken sizi en ön safhalarda alkışlayan ama en ufak hatada oklarını ilk size yönelten bukalemunlar. O zaman yavaş yavaş anlamaya başladık. İyi çocuk olma, karşısındakinin onayladığı gibi davranma, suyuna gitme veya nabza göre şerbet vermenin kendi kişiliğimizi yok ettiğini. Kendin olarak girdiğin her ortamda doğrularından ödün vermeden yaşamanın ne demek olduğunu çok geç anladık. Önümüzdeki en büyük engelin kendimiz olduğunu fark ettik. Yunus Emre misali “bir ben vardım benden içeri” ve dışarıya göstermeye çalıştığımız bambaşka bir ‘ben’.

Geçmişe baktığımda daha değerli olduğumu göstermiş olmak için çırpındığım zamanları düşündükçe ben de bukalemun olarak yaşadığım hayatı hatırlıyorum. Kimi zaman bir cemaat ortamında bazen de sevgilimin yanında bukalemun olmuştum. Sevgiliye geçmeden, özünde hayırseverlik olan bir cemaat ortamında nasıl bukalemuna dönüşebiliyorduk ki? Bir yaptığını on anlatarak, her fırsatta kendini öne çıkartarak, öyle düşünmesek bile beğenmediklerimize beğenir görünerek, ortamın bizi sevmesini gerektiren her şeyi yaparak kendi düşüncelerimizin içini boşaltıyorduk. Katıldığım sayısız kurum ve dernek toplantısında o kadar çok bunun örneklerine rastlamıştım ki… Çoğumuz kendi yakınlarımıza hatta çocuklarımıza bile uymayacak bir kural veya davranışı sırf karşı çıkmamak adına onaylıyorduk. İçimizdeki gerçekleri belki de yalnız kalmamak adına itiraf etmekten çekinirken, körler sağırlar birbirini ağırlar tarzında pespembe rüyalar görüyorduk. İtiraf ediyorum, ben de bazen bu tanımlara uydum bukalemun ailesine katıldım. Sırf ters düşmeyeyim, beni sevsinler, başarılı olayım diye içi boş bir sevgi dilenciliği yaptım. Gün gelip bulunduğum ortamlardaki diğer bukalemunların nasıl beni boşlukta bıraktığını görünce kendim olarak yaşamanın erdemini bir kez daha anladım. İlk girdiğiniz toplantıda size tavır takınan birinin zamanla çoğunluğa uyarak sırtınızı sıvazlaması, ilk gün her dediğinize karşı çıkan birinin çoğunluğa uyup alkışlaması bukalemunlaşmış hallerimizin en iyimseriydi. Sırf bulunduğunuz ortamda kabul görmek için inandıklarınızdan vazgeçmeniz, kendinizi yok saymanız bir nevi intihar değil midir?

Bukalemun davranışlarımızın bir örneği de verdiğimiz politik kararlarda gizli değil miydi? Önceleri işler yolunda gitsin, aman bize dokunmasın diye verilen oylar, sisteme uyum sağlama, sonraları ağır faturalarla döndüğünde memnun olmayanlar bukalemun olmanın bedelini ödemiyorlar mıydı? Sanıyoruz ki insanların istediği şekle girerek, “başkaları ne düşünür” diye korkarak yaşayarak daha değerli olacağız. Bu yüzden içinde olduğumuz toplumlarda, işimizde, hedeflerimizde, aslında sevdiklerimizi kaybettiğimizin bile farkına varmıyoruz kimi zaman. Sevdiklerimizde bile onları şekillendirmeye farklılaştırmaya ya da kendimizi olduğumuzdan farklı göstermeye çalışabiliyoruz. Bugün sayısız evlilikte, ilişkide kendi yarattığını sevmeye çalışan taraflar yüzünden bukalemun hayatlar bir yerlerde patlak vermiyor mu?  Önemli olan rolleri hiç olmazsa evlenirken bırakabilmek… Sırf karşındaki seni seçsin diye olmadığın biri gibi olmaya çalışırsan er ya da geç takke düşer kel görünür. Her iki taraf da hayal kırıklığı yaşar. Bugün etrafta gördüğüm mutsuz evliliklerin çoğunun temelinde aynı sorun yatıyor. Bir tarafın diğerini değiştiririm umudu ile başlayan macera, takılan maskeler bir süre sonra çorap söküğü gibi çözülünce kavgalar başlıyor. Atmamız gereken adımları bilip de atamadıkça en yakınımızdakileri kırmaya başlıyoruz.

  Yaşamda hiçbir şeyin garantisi olmadığını unutabiliyoruz. Kendimiz olarak ödeyeceğimiz bedeller hiçbir zaman başkalarının istediği gibi olmamızdan daha ağır olmayacak. Gerçek bencillik kendi düşüncelerini sakladığın, başkalarını yorumlarken kendinden vazgeçtiğin anda başlıyor. İster iş hayatında, ister sevgiliye karşı, ruhumuzu özgür bırakmak, olduğun gibi davranmak geçen her anı daha değerli kılacak. Şimdi ise zor olanı yap, anneni mi özledin ya da uzun zamandır görmediğin bir dostunu mu? Onu arayarak içindekini söyle, defalarca düşünmek yerine bir kez söyleyerek beyaz bir sayfa aç içinde. Kabuklarımızdan sıyrılıp, yorumsuz, senaryodan uzak özgürce bir yaşam dileğiyle…