İsyan nöbetleri

Her şeyin bedelini bilip de hiçbir şeyin değerini bilmeyen insanların her şeyimizi yönlendirdiğini, etrafımızı nefes alamayacak kadar yakından sardığını görüyordun büyük acıyla. Seni sınamak için, “onlara karışmak lazım” dediğimde, mitolojinin kibirli kahramanları gibi, “ölürüm de değerlerimden taviz vermem” demiştin. Haklı mıydın?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir keresinde sana bakakalmıştım, hayranlık ve acımayla gidip gelerek. “Tanrılar neden bizden yana değil?” deyip durduğun bir andı. Gözlerindeki kızıllık, yaşanılan hayak kırıklıklarının ateşinin rengine benziyordu daha çok. “Yenilmekten bıktım, insan bu kadar mı yalnız kalır?” diye mırıldandığında aslında haklı olduğumuz için kaybettiğimizi, zira haklılığın bu topraklarda çoğu zaman iyi mahsul vermediğini söylemiştim sana.

“Neden ama neden?” diye uzun süre bağırdığını hatırlıyorum şimdi...

Herşeyin bedelini bilip de hiçbir şeyin değerini bilmeyen insanların her şeyimizi yönlendirdiğini, etrafımızı nefes alamayacak kadar yakından sardığını görüyordun büyük bir acıyla. Seni sınamak için, “onlara karışmak lazım belki de” dediğimde, mitolojinin gururlu kahramanları gibi, “ölürüm de taviz vermem değerlerimden” demiştin. Zira naiftin, zira Tanrıların son tahlilde bizleri tercih edeceğinden ve doğa kanunlarının eninde sonunda doğrunun yanında olacağından emindin. Lakin gün geçtikçe ümidini yitirmek kadar, ruhun derinliklerine azap veren başka bir silah olabilir miydi?

İktidarın gücünün, zenginin parasının, bilumum ünvanların tapınılası yeni değerler olduğunu ıskalamıştın. Güçsüzlerin ise bunların peşinden gitmesini vasatın zaferi olduğuna seni bir türlü ikna edememiştim.

Ayakta kalabilmeyi çabalamanın en doğal insani refleks olduğunu ve bunu da vasatların, bu toprağın mahsulüyle yapmaktan başka çareleri olmadığını söylemiştim.

İnsanların neredeyse tamamına yakınının sürüden ayrılmak istememesine takılmıştın bir aralar. “Haklılar belki de”, demiştim. Sürüden ayrılmak için cesaret gerek, masumiyetini kaybetmemek gerek. ‘Sürüden ayrılanı kurtlar kapar’, dememiş miydi bu topraklar nitekim?

Her isyan nöbeti geldiğinde sana hep Küçük Prens’i hatırlatmıştım oysaki. Yabancı gezegenden dünyaya düşer düşmez insanların halini gördüğünde şaşıran küçük kahramandan bahsederdim. Tanrıların tercih ettiğini iddia ettiğin o insanlar için Küçük Prens’in neler söylediğini tekrarlardım sana hiç bıkıp usanmadan:

“Bu dünyadaki insanlar, aynı bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar. Ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. Oysa aradıkları şey tek bir gülde, ya da biraz suda bulunabilir. Ama gözler kördür. Yürekle aramak gerek.”

Hatırladın mı?

“İnsanlar”, demişti Küçük Prens, “ne aradıklarını bilmeden hızlı trenlere doluşuyorlar. Endişe ve telâşla aynı yerde dönüp duruyorlar...”

Tanrıların tercih ettiğini iddia ettiğin o insanların mutlu olduğuna mı inanıyorsun yoksa? Sürekli olarak maddi değerler peşinden koşarken insani ilişkileri de sorumsuzca tüketen bu insanlar, hedonizmin esareti altında nereye kadar kürek çekebilecekler?

Küçük Prens’in gülünü göremiyorlar, zira hem O’nun dediği gibi körler hem de taptıkları yeni değerlerin ikliminde esaret içinde yaşıyorlar. En büyük trajedileri ise, özgür oldukları illüzyonu içinde nefes almaları.

Güce tapanlar özgür olabilir mi sence?

Önünde iki yol var:

Ya hüzün taşıyan yalnızlığı tevekkül içinde karşılayacaksın. Ya da kalabalıkların arasına karışıp esaretin gölgesinde mutlu yaşadığını sanarak vasatlar ordusunda kaybolup gideceksin.

Birinci yolun sonunda gerçek mutluluk bekleyebilir seni.

İkinci yol çekici görülebilir. Ancak, parlak sahne ışıkları söndüğünde sen çoktan sonbahar yaprağına dönüşmüş olacaksın.

Seçim senin.

Son bir önerim olsun sana:

Dingin ve aydınlık gecelerde ara ara ortaya çıkan Dolunay’ın Küçük Prens’in gezegeni hatta kendisi olduğunu varsay. İsyan ve umutsuzluk anlarında onun parlak ışığının senin yolunu aydınlatacağını sakın unutma.

Zira o ışık masumiyet ve saflığı temsil ediyor her daim.