Savaş ve Barış

Barış büyük bir umuttur, gökkuşağının resmidir, insanoğlu için en ideal yaşam iklimidir. Anlamsız ölümlere duvar çekmektir. Buna karşı çıkmanın hiç bir insani ve rasyonel gerekçesi olamaz. Lakin, ileride doğabilecek kimi sosyal ve bölgesel sorunları önleme adına, barış sürecinin koşullarını sorgulayana, ‘barış karşıtı’ damgası vurmak hiç de adil değil.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
1 Mayıs 2013 Çarşamba

Qui desiderat pacem, praeperat bellum

(Barış isteyen, savaşa hazırlansın)

Vegetius

Roma dönemi yazarı

 

Şimon Peres’in meşhur sözü insan varoldukça geçerli kalacak sanırım: “Barış düşmanla yapılır.”

Bu söz, barışın savaşla olan diyalektik evliliğine muhteşem bir gönderme yaparken, savaşın mağdurlarına gerçekçi ama tokat gibi sert bir çağrı görevi de görmekte...

Neden savaş? Neden barış?

Büyük İskender sürekli savaşa ve fetihe çıktığında vakanüvislere göre, “savaşıyorum zira mutlak barış istiyorum” demiş. İskender, tüm ‘kötüleri’ ve ‘kötülüğü’ yok ederek dünyaya sonsuza değin barış getirmek için ölümüne kadar onun fethi peşinde koşmuş. Lakin meseleyi insanoğlunun doğasına indirgediğimizde çok farklı bir tespit de var bilim tarihinde.

Albert Einstein, 20. yüzyılın iki dünya savaşına da tanık olmuş biri olarak, büyük yıkımı gördüğünde Sigmund Freud’e “neden bu savaş, bu saldırganlık” diye sorar.  Ünlü psikanalistin yanıtı umutsuzluğun giderilemeyecek noktasına işaret eder: “İnsanın iki temel içgüdüsü vardır” demişti Freud: “Biri sevgiye, aşka, sevmeye yönelik, diğeri ise yoketmeye ve öldürmeye. Bazen biri, bazen de diğeri ön plana çıkar. Unutmayın ki, aslında barış zamanı dediğimiz, iki savaş arası bir teneffüs zamanıdır maalesef”...

Evet, insanın yokedici dürtüsü savaşların en büyük nedeni olarak ortaya çıkıyor bu vaziyette. Lakin bunun üzerine bir de ekonomik ve sosyolojik faktörleri eklediğimizde savaş kaçınılmaz oluyor. Kimin haklı, kimin haksız olduğu pek de anlaşılamıyor savaşın kaotik ve apokaliptik resminde.

Ve son noktada, bunca ölüm, bunca acı, bu kadar yıkımın kimseye fayda getirmediği çıkıyor ortaya. Akabinde insan aklı barışa odaklanıyor onca felâket gerçeğinden sonra.

***

 Güneydoğu Anadolu’da binlerce delikanlının ölmesine neden olan ‘savaş’ın sonuna gelindiğini görmenin sevinci ve umudu içindeyiz. Savaş ve barış diyalektiği sonunda burada da hayata geçmiş oluyor.

Barışın gerçekleşmesi için savaşın kaçınılmaz olduğunu söyleyen Vegetius haklı mı çıkıyordu yeniden?...

Şimdi bütün mesele, felâketin mağdurlarını anlayarak bölgedeki barış sürecinde ilerlemek olmalı. Çoğumuz, haklı olarak bunca masum gencin boşuna mı hayatlarının baharlarında yitip gittiğini sorguluyoruz. Sorunun cevabı verilemeycek kadar karmaşık aslında. Zira her şey Freud’un söylediklerinde gizli...

Barış güzeldir, sağlıklıdır, insanoğlu için en ideal yaşam iklimidir. Buna karşı çıkmanın hiçbir rasyonel gerekçesi olamaz. Lakin, barış sürecinin koşullarını, ileride doğabilecek kimi sosyal, bölgesel sorunları  önleyebilme adına sorgulayana ‘barış karşıtı’ damgası vurmak hiç de adil değil. Barışın koşullarının, yakın geçmişin yarattığı yıkımın mağdurlarının hissiyatını iyi okuyarak gerçekleşmesi bu sürecin sağlıklı ilerlemesini sağlayacak. Acı reçete olmadan önemli hastalık iyileşmez, doğrudur; ancak bu reçetenin da hakkaniyetle hazırlanması ve ilaçların tüm yan tesirlerinin hesaplanması elzem olmalı...

‘Aslolan barıştır’. Doğrudur. Lakin Kant’ın dediği gibi, “daha sonra daha feci savaşların tohumlarını taşımayan bir ‘ebedi barış’ olmalı”, ne kadar mümkün olabiliyorsa. Zira hem Freud, Kant’ı yalanlıyor hem de latin özdeyişinde olduğu gibi, “homo homini lupus” – “İnsan insanın kurdudur.”

Dünya tarihine baktığımızda, savaşın bir gerçeklik, barışın ise bir ideal olarak insanın hafızasına kazındığını görüyoruz.

Mutlak gerçekliğin sadece barış olması tek dileğimiz olsun.

Naif de olsa, bize yakışan budur...

 

Agos’un özrü

Agos Gazetesi’nin 12 Nisan sayısının birinci sayfasında, Naim Güleryüz’ün ‘Gaziantep Yahudileri’ kitabına ilişkin hazırladığı haberin başlığı olan “Resmi Tarihe Yahudi Katkısı”, ayırımcı ve genellemeci anlam çıkarılabilmesi hasebiyle bizleri üzmüştü. Ancak gazetenin değerli Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’ın, kendisine ve saygın gazetesine yakışanı yaparak köşesinde özür dilemesi hem anlamlı oldu, hem de benzer ayırımcı dil kullananlara emsal teşkil etmiş oldu.

Koptaş şöyle yazdı: “...Her türlü ayırımcılığa karşı mücadele etmek amacıyla kurulmuş olan ve bu yolda yayın yapan Agos, ilk sayısından beri, özellikle dildeki gizli ayrımcılıklara karşı son derece hassas. Aynı hassasiyeti kendi sayfalarımızda göstermemiz gerekiyor şüphesiz. Okuyucularımız her ne kadar niyetimizin bu olmadığını bilseler de, haber başlığının yarattığı algı, bu konulardaki duyarlılığın, sürekli bir dikkat ve sorgulamayı gerektirdiğini bize bir kez daha hatırlatmış oldu. Okurlarımızdan özür dileriz.”