Tokat gibi sert, keyifli eğlencelik: DOT’TA ALTIN EJDERHA /DER GOLDENE DRACHE

“Akıntı beni kuzey denizine atıyor, kuzeye doğru sürüklüyor. Norveç ve sonra da Finlandiya ve Rusya’nın yanından buzlu Arktik Okyanusu. Uzun bir yolculuk… Gün ağardığında Japonya uzaklarda kalıyor ve aynı günün akşamında, sonunda Çin… Geldim, neredeyse evdeyim.”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
24 Nisan 2013 Çarşamba

DOT’TA ALTIN EJDERHA /DER GOLDENE DRACHE

DOT’un yılın başından beri sahnelemekte olduğu “Altın Ejderha / Der Goldene Drache”nin yazarı Roland Schimmelpfennig 1967’de Göttingen’de doğmuş; 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul’da gazetecilik yapmış. Ardından Munich, Otto-Falckenberg-Schule’de yönetmenlik eğitimi almış. Mezun olduğunda, okulun bağlı olduğu Munich Kammerspiele’de çalışmaya başamış. Uzun süre, yönetmenlik ve yazarlığı birbirinden ayrı iki etkinlik olarak yürütmüş. “Yönetmenin bakış açısından geliyorum. Yaşamımın bir döneminde, yazarken oyuncularla çalışmaya yoğunlaşamıyordum. Artık bu konuda çok daha soğukkanlıyım ve çok da keyif alıyorum.”

Schimmelpfennig, genç kuşağın en önemli tiyatro yazarlarından. Oyunları Avrupa’nın her tarafında sahneleniyor, ödüller kazanıyor. 1996’dan beri çoğunu kendi de yönettiği, 30’un üzerinde oyun yazmış. “Aslında tam olarak kaç oyun yazdığımı bilmiyorum. Artık saymayı bıraktım.” Bir oyunu yazmaya başlamadan önce kafasında tam olarak bitirdiğini ve artık ne istediğini bildiğinde çok hızlı yazabildiğini söyleyen Schimmelpfennig, bu yöntemle yılda iki-üç oyun yazmakta. 

ÖDÜLLÜ OYUN

Aldığı çok sayıda ödülün yanında 2010’da Almanya’da “yılın oyunu” seçilen, rastgele bir olayın birçok insanın yaşamını alt üst edişini, günümüzün birbirinin iyice içine geçmiş toplumlarının baş belâsı olan küresel kargaşanın alegorisi olarak gören “Der Goldene Drache”, konuya çok özgün bir şekilde bakıyor ve izleyiciye farklı bir okuma öneriyor. Oyun, sahneye giren beş oyuncunun yüzlerine birer Thatcher (80’lerin neoliberalizmi), Merkel (Avrupa Birliği’nin yeni Demir Lady’si), Gargamel (insanlardan nefret, bireysellik ve beceriksizlik), Sam Amca (Amerikan Emperyalizmi) ve Varyemez Amca (kültür yozlaşması) maskesi taktığı bir ön oyunla başlıyor. Ve karmaşık ilişkiler ağında, gençler yaşlıları, yaşlılar gençleri canlandırıyor, ırklar, soylar ve cinsiyetler her an değişebiliyor. 17 karakteri canlandıran beş oyuncu, rolleri dışında anlatıcılığa da soyunuyorlar:

Bir apartmanın en alt katındaki Çin-Thai-Vietnam lokantası Altın Ejderha’da, müşteriler kapsamlı menüden yemek seçmeye, aşçılar da durmaksızın yemek pişirmeye yoğunlaşırken, aşçı yamağı çocuk felâket bir diş ağrısı çekmektedir. İşe yeni başlayan, yetkililerin ve müşterilerin varlığının farkında bile olmadığı bu “ufaklık”, resmen var olmayan kaçak bir göçmendir. Çocuğun çığlık çığlığa yardım istemesi mutfakta çalışanların aslında pek umurunda değildir; olsa olsa biraz daha sessiz bağırmasını söylerler. Apartmanın farklı katlarında yaşayan, farklı hayatlara sahip olan komşular, balkondaki yaşlı adam ve torunu, çatı katında oturan genç çift, karısıyla sorunlar yaşayan çizgili gömlekli adam, ev arkadaşı iki hostes,  Altın Ejderha’nın yanındaki bakkal yavaş yavaş oyuna girerler.

Herkes hayattan farklı bir şey beklemekte, herkes başka biri olmak istemektedir. Dede genç olmak ister, hamile torunu doğursun mu kararsız, sevgilisi para yetiştiremeyeceğinden endişeli, hostesler dünyayı gezmiş ama, metal boruların içinde hiçbir şey görmeden yolculuk yapmışlar. Mutfaktakilerin durumu daha da beter. Daha iyi bir hayat için, daha güzel şartlarda çalışmak, daha iyi kazanmak umuduyla Çin’den, Tayland’dan, Vietnam’dan kaçıp Avrupa’ya gelmişler; sadece çocuk değil, belki hepsi kaçak. Kaçak olmasalar da ne fark eder ki. Dişçiye gidebilseler, ödeyecek paraları mı var...

“Der Goldene Drache”, çekilen ve çorba tabağına pike yapan dişinin kanayan kökünde ufaklığın ailesiyle konuşabildiği, hosteslerin 10.000 metre yüksekten denizdeki bir botla iletişim kurmaya çalıştığı, karıncanın güzeller güzeli ağustos böceğini fuhuşa zorlayarak sattığı, nehirlerin ve denizlerin ölü bir çocuğu dünyanın öbür ucundaki evine geri götürebildiği fantastik bir dünyanın kapılarını açıyor.

Bir kaleidoskop dürbününden bakarcasına parçalanan, bir karakterden ötekine, bir olaydan diğerine atlayan öyküde,  gündelik koşuşturmaların gizlediği daha karanlık gerçekler azar azar ortaya çıkıyor ve seyircinin 70 dakika boyunca gülerek, eğlenerek, kimi zaman kahkahalar atarak izlediği oyun, içildiği sürece ağzımızı yakmayan, ancak son lokmasından sonra buram buram alevli bir tat bırakan acılı ekşili bir Çin çorbası gibi, buruk bir tat bırakarak sona eriyor.

Bir iki arkadaşım “Altın Ejderha”“DOT için biraz hafif” bulduklarını söylemişti. Ben  oyunu müthiş keyif alarak ve gülerek izledim ama, henüz salondan çıkarken boğazıma koca bir düğüm takıldı ve oyunun acısı içime oturmaya başladı. Schimmelpfennig’in asıl dehâsı böylesine tokat gibi sert bir oyunu, izleyiciye keyifli bir eğlencelik gibi yedirebilmesinde. 

Sekiz yıl önce her birinde yeni yeni heyecanlar tattığımız o genç tiyatroların hiç biri yoktu. O yıllarda sadece DOT vardı. Yine de, hepsinin önünü açan DOT’u sadece öncü bir tiyatro ve bir tiyatro okulu olarak görmek eksik kalır. DOT aynı zamanda bir yaşam tarzı. “DOT çetesi”, oyunlarını beraberce seçiyor, çevirilerini kendi içlerinde yapıyor, dramatürjisinden ışığına, dekorundan müziğine sanatsal üretimin her adımını kendi içinde oluşturuyor. “Altın Ejderha”yı izlediğim gece ikinci yılını kutladıkları café, hem yiyip içtikleri, keyifle takıldıkları bir mekân, hem de izleyicilerin onlarla daha yakın iletişim kurabildikleri bir ortam.

HIZLI TEMPO HAYAT DERSİ

DOT’a kabul edilmenin ilk adımı bir “audition”dan geçiyor. Ardından, aktif katılıma tam olarak geçmeden önce, provalara katılarak, ufak tefek asistanlıklar yaparak geçen bir ısınma süreci geliyor. “Der Goldene Drache”nin çevirmen-yönetmeni Serkan Salihoğlu da bu yoldan geçmiş. Alman Lisesi’nden mezun olduktan sonra Münih’te tiyatro, sosyoloji ve Alman edebiyatı öğrenimi görürken, DOT’un kurulduğunu duymuş. Almanya Devlet Tiyatrosu’nun repertuvarına benzeyen repertuvarları dikkatini çekmiş ve o güne kadar tanımadığı Murat Daltaban’a bir mesaj atmış. Sonra  da DOT’ta provalar ve asistanlıklar başlamış, “Böcek”de yardımcı yönetmenlik, “Kürklü Merkür”de dramaturji ve yardımcı yönetmenlik yaparken Almanya’da da tiyatroya devam etmiş. Münih Şehir Tiyatrosunda Orhan Pamuk’un “Kar”ında yardımcı yönetmenlik, Hannover Devlet Tiyatrosunda üç yıl yardımcı yönetmenlik yaparak 17 ayrı oyunda çalışmış. Türkiye’ye geldiğinde çevirdiği ve yönettiği  “Altın Ejderha”nın da yönetmen yardımcılığını yapmış. Almanya’daki son çalışmaları, 2011’de “Mavi Mavi Deniz”, 2012’de kendi yazıp derlediği baba oğul temalı “Su Yolunu Bulur”.

Schimmelpfenning’in Viyana’da yönettiğinde çok daha uzun tuttuğu oyunu, Salihoğlu 70 dakikaya indirgeyerek çok daha hızlı bir tempoda vermeyi yeğlemiş. Metinde fazla kısaltmaya gitmemiş, çoklukla “es”leri azaltmakla yetinmiş.“Hızlı olması, seyirciye, hayatta olduğu gibi düşünmek için bir vakit bırakmaması, devamlı bir enformasyonla yüklemesi, geçmiş ve gelecek zaman olmaması, herkesin şimdiki zamanda bize verilenle yüzleşmesi, reji konseptinde benim için en önemli olan şeydi. Anlatı tiyatrosu, sana bir şey verirken senden de ister, hep dinlemeni ister. Sürekli iğne batırır gibi, dinle beni, dinle beni diye.”

Gamze Kuş’un, dekor ve kostüm, Kemal Yiğitcan’ın ışık, “Süpernova”nın da müziklerini yapmış olan Uğur Yiğit’in müzik tasarımlarıyla Tan Temel’in koreografisi çok başarılı ama, prodüksiyonun asıl yükünü beş olağanüstü oyuncusu taşıyor. Akıcı Türkçesiyle “Altın Ejderha”yı dilimize kazandıran Serkan Salihoğlu, yönetmen olarak yaşları, eğitimleri, ve deneyimleri çok farklı bu beşliden, inanılmaz derecede ölçülü, dengeli ve uyumlu bir toplu oyunculuk elde ediyor.

Deniz Türkali ve Köksal Engür, gençleri, yaşlıları, kadınları, erkekleri 18 yaşındakilere taş çıkartacak bir enerjiyle canlandırıyor. “Kürklü Merkür” ve “Vur, Yağmala, Yeniden”den sonra “Festen”de şöyle bir görünen Enis Arıkan’la uzunca bir aradan sonra, özellikle tam dozunda “alımlı kadın” ve “hostes” yorumlarıyla hasret gidermek çok keyifli. İlk kez sahnede izlediğim Saim Karakale, kendisinden çok daha profesyonel bir kadroya büyük uyum sağlıyor. Hele kırılgan Ağustos Böceğini yorumlaması, upuzun boyuna ve güçlü bariton sesine rağmen çok başarılı. Ece Dizdar, her zamanki gibi müthiş. “Ufaklık”da ne kadar iyiyse, “çizgili gömlekli adam” olarak da bir o kadar etkileyici. Çizgili gömlekli adam olarak Ağustos Böceği Saim’i “fosur fosur becerdiği” sahne unutulur gibi değil. (kaba terminolojinin kusuruna bakmayın, ama izlediğinizde bana hak vereceksiniz). Bu arada ketçap ve krem şantiyin bu kadar yaratıcı olarak kullanılacağını hiç düşünmemiştim. 

Henüz izlemediyseniz, “Altın Ejderha” DOT’ta nisan ve mayıs aylarında devam ediyor. Serkan’ın dediği gibi “hızlı olması, hayatta olduğu gibi, düşünmek için bir vakit bırakmadığından” keyfini çıkararak izleyin ama, sonrasında “ufaklık”ın kayıp ablasının, ailenin o kıymetli kızının, kaleidoskopun dişlileri arasında nereye kaybolduğunu düşünmeye biraz vakit ayırın. Ağustos Böceği ile Karınca meselinin günümüz dünyasındaki hâlini izlerken, bir mikrokosmos olarak sunulan apartmanda Karınca istifçi bakkala, yani gerçek bir karaktere dönüştüğünde, iki lokma ekmek için mal gibi satılan, hapsedildiği odada, değil mevsimleri, günü geceyi bile ayıramıyan Ağustos Böceği’nin aslında kim olabileceğini sorun kendinize.

İşte o zaman, Ece’nin ölü çocuğun yolculuğunu anlatışını anımsadığınızda neden gözünüzün yaşardığını anlayacak ve “minör” bir eğlencelik değil, umursamazlığın başı çektiği, sevginin, dayanışmanın ve iletişimin giderek yok olduğu dünyamıza ait “majör” bir trajedi izlediğinizi farkedeceksiniz.

Hepinize iyi seyirler.