Ege kıyılarında doğan mitoloji

Amerikalı tarihçi Hendrik Van Loon’a göre “Yüksek seviyeli bir medeniyetin ortaya çıkması için, tüm coğrafi, etnik, ekonomik, siyasi ve sosyal şartların en ideal bir şekilde bir araya gelmesi şarttır.”

Sami AJİ Köşe Yazısı
10 Nisan 2013 Çarşamba

Başlığı okur okumaz İvo’nun yüzünün aldığı hali görür gibiyim. “Tamam” diyordur, “Sami yeniden konu kıtlığına düştü ve bundan sonra, bize masallar anlatmaya başlayacak.” Ama pek öyle değil.

Ünlü tarihi roman yazarı ve Fransız Akademisi üyesi Maurice Druon ‘Les Mémoires de Zeus’ (Zeus’un Hatıraları) adlı eserine şöyle başlar: “Bu kitabımı,  asırlarca Helenistik çağı yaşatan Yunan halkına, minnettarlıkla ithaf ediyorum”1.”

Kendi kendinize hiç sordunuz mu,  çok büyük, parlak ve bugünkü yaşantımızı hala etkilemekte olan Yunan medeniyeti niye Anadolu’nun batısında, daha doğrusu Ege kıyılarında ortaya çıkmıştır? Örneğin, çoğumuz Efes’i gezerken yapıların mükemmel bir yaşam tarzını yansıttığına hayretle şahit olduk. Bu seviyeye nasıl ulaşıldı?

Amerikalı tarihçi Hendrik Van Loon’a göre2 “Yüksek seviyeli bir medeniyetin ortaya çıkması için, tüm coğrafi, etnik, ekonomik,  siyasi ve sosyal şartların en ideal bir şekilde bir araya gelmesi şarttır.” 

Yukarıdaki görüşün ışığı altında, İyonya diye adlandırılmış olan Ege kıyı şeridini inceleyelim.

Bir düşünün, günümüzde güzel, rahat, temiz, havası bol, huzur verici bir tatil geçirmek istediğiniz zaman ilk aklınıza gelen yöre, Bodrum’u, Altınoluk’u, Çeşme’si, Foça’sı ile Ege kıyıları değil mi?

Antik dönemde de, denizin öbür kıyısından gelen insanların da buralarda koloniler kurması kadar tabii bir şey olamazdı.  Menderes ve Gediz nehirlerinin verimli ovaları ve bu nehirlerin denize döküldüğü yerlerde oluşan tabii limanlar her türlü tarım, ticaret ve ulaşım kolaylıkları sağlamaktaydı. Mal ve hizmetler rahatlıkla mübadele edilirken, insan ilişkileri de yoğun bir şekilde gelişmekteydi.

Özetle, iklim ve tabiatla mücadele etmesi gerekmeyen bu halk vaktini çevresini tanımaya, tetkik etmeye ve düşünmeye ayırabildi.

Bölgede yer alan, koloniler ve özellikle Efes, Milet, Tire, Foça gibi merkezler Asya ile Avrupa arasında süregelmekte olan ticaretten çok önemli bir pay almışlar ve bu sayede, büyük bir refah seviyesine ulaşmışlardı. Ticari zihniyet ile düşünce kabiliyetleri birleşince bu şehirlerin yöneticilerinin ‘liberal’ diyebileceğimiz bir sistemi benimsemelerine yol açmıştı.

Tüm bu şartlar üstün bir yaşam tarzının meydana çıkması için yeterli idi. Ancak İyon ilim ve kültürünün tüm insanlığı 1500 yıl boyunca etkileyecek bir hale gelebilmesi için, hür düşünce ortamının yaratılması ve bunun tüm şehir devleti mensuplarınca benimsenmesi gerekirdi.

Özellikle yurttaşların her türlü taassuptan kaçınmaları ve herhangi bir ferdin başka bir ferde neyin mutlak doğru veya neyin mutlak yanlış olduğu hususunda telkin veya baskı yapmaması şarttı.

Böyle bir ortamda, tabuların ve önyargıların yeri yoktu, ‘tanrılar’ değil, ‘insan’ her türlü eşyanın, faaliyetin ölçüsü ve merkezi olmalıydı. Nitekim böyle oldu. Özellikle ünlü filozof Thales’in ortaya attığı varsayımların yolundan giden İyonyalılar, ölümden sonrasını değil, yaşadıkları dünyayı ve insanı tetkike ve araştırmaya başladılar. Tabiatın güçlerini anlamakla iç huzura kavuşacaklarını ve bu suretle mutluluğa erişeceklerini ispat etmeye çalıştılar.  Sadece akıl ve mantığın ışığı altında her sahayı hür ve serbest bir şekilde sorgulama yöntemlerini geliştirdiler. Tanrıların da bu ‘tetkikatın’ dışında kalması beklenemezdi.

Böylece baş tanrı Zeus çok güçlü, görkemli ve gür sakallı bir görüntü aldı;  düzeni sağlar ve adaleti dağıtırdı. Kızdığı zaman ise yıldırım, şimşek ve gök gürültüleriyle ortalığı birbirine katardı. Ama kime kızdığı belli olmadığı için insanlar sakinleşmesini beklerlerdi. Bazen karısı Hera’ ya sinirlenir, bazen onu aldatırdı; birçok meşru veya gayrı meşru münasebetlerinden birkaç çocuğu olmuştu:  Athena, Apollon, Arthemis, Afrodit ve tüm bildiğiniz ‘Olimpos Dağı’nı mekân tutmuş tanrı ve tanrıçalar… Aralarındaki ilişkiler ise bazen tatlı, bazen sert, bazen şiddetli düşmanlık şeklinde gelişmekteydi. Daha ilginci, tanrılar sık sık insanların arasına karışırlar ve onları kendi taraflarına çekmek isterlerdi. Bazen de onlara âşık olurlar, tanrı kalmak veya insana dönüşmek arasında tercih yapmaları gerekirdi.

Özetle tanrılar ve insanlar arasında oluşan yakın, samimi ve bazen mizahi ilişkiler, düşünce sistematiğinden bütün tabuların silinmesini sağladı. Ve ortaya yoğun bir edebiyat, günümüze kadar insanlığı etkileyen bir sanat ve Maurice Druon’un deyimiyle “günümüzde dahi bazı kavramlarına erişilememiş bir ilim”3 yaratıldı.

Dolayısıyla, ‘Mitolojik’ bir öyküyü okurken, görkemli bir ilim ve kültür yaşamının bir yansıması olduğunu ve bu ideal şartların da Ege kıyılarında oluştuğunu daima hatırımızda tutmamız gerekir kanaatindeyim.4

 

1, 3  Maurice Druon  “Les Mémoires de Zeus” adlı eseri, 1967                                                                              

2 Hendrik Willem Van Loon  “The Liberation of Mankind” adlı eseri, 1926

4 İvo’yu da haksız çıkarmamak için de kısa bir mitolojik öyküyü sunuyorum:

Bir zamanlar Fenike denilen ülkede Europa isminde çok güzel bir kız yaşarmış. Europa deniz kıyısında dolaşırken, Zeus onu fark etmiş ve güzelliğine vurulmuş.  “Benim gibi güçlü bir tanrıya bu kız yaraşır” diyerek kıza yanaşma çarelerini aramış. Bir taraftan da karısı Hera’dan da sakınması gerekmektedir. Kendini muhteşem ve sakin bir boğa’ya dönüştürmüş ve Europa’nın yanına yaklaşmış. Kız, boğa’ya hayran olmuş ve üstüne binmiş. Zeus derhal denize yönelip Europa’yı Girit adasına, Hera’nın ulaşamayacağı yere götürmüş. Bu aşktan doğan çocuklar ve onların torunları Avrasya denilen kara kütlesinin batı bölümüne yerleşmeye başlarlar ve o bölgeye AVRUPA adını vermişler.