KAPİTALİZM ‘ACI’TIYOR

İntikam ve kefaret temaları etrafında dönen film, para hırsının ağır bastığı günümüz insanını otopsi masasına yatırırken, ‘zalimliğimiz ve para hırsımız yüzünden birbirimize inancımızı kaybetmiş olabilir miyiz?’ sorusunu soruyor. Sinemada görülmüş en aykırı ve en çarpıcı ana-oğul ilişkisini anlatan film, kapitalizmi sorguluyor. Oidipus kompleksine de değinen bu seyri zor, melodramatik ana-oğul hikâyesinin, izleyiciyi avucunun içine alan, özgün ve etkileyici bir öykü olduğunu da kabul etmek lazım

Viktor APALAÇİ Sanat
27 Şubat 2013 Çarşamba

‘Yay’, ‘Nefes’, ‘Timsah’ gibi filmlerinden tanıyıp sevdiğimiz Güney Kore’li senaryo yazarı – yönetmen Kim Ki – duk, özgün, gizemli, güçlü ve etkileyici konuları, izleyiciyi etkileyen bir sinema diliyle işleyen iddialı bir sinema adamı. 

 Berlin’de ‘Fedakar Kız’ (2004) ile, Venedik’te ‘Boş Ev’ (2005) ile En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan Kim Ki – duk, son filmi ‘Acı / Pieta’ ile geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan Ödülü’yle ayrıldı. 

16 yıllık kariyerine 18 film sığdıran 53 yaşındaki yönetmen ‘Acı’da (diğer filmlerinden alışık olmadığımız) şiddet temasını işliyor. 

İntikam ve kefaret temaları etrafında dönen film, para hırsının ağır bastığı günümüz insanın otopsi masasına yatırırken, “zalimliğimiz ve para hırsımız yüzünden birbirimize inancımızı kaybetmiş olabilir miyiz?” sorusunu soruyor. 

Sinemada görülmüş en aykırı ve çarpıcı ana – oğul ilişkisini anlatan ‘Acı’, ismini ünlü İtalyan heykeltraş Mikalanj’ın (günümüzde Roma’nın San Pietro Kilise’sinde bulunan) Pieta’dan alıyor. 

Meryem Ana’nın kolları arasında cansız Hazreti İsa’yı gösteren ve yaşadığı acıdan esinlenen heykel, filmin afişine iki baş karakter anne – oğul ile yansıyor. 

Para hırsının toplumu ezdiğini, nefes aldırmadığını iddia edip kapitalizmi sorgulayan filmin kahramanı, tefeciler adına çalışan, hayatta kimsesi olmayan, hayatında hiçbir sevgiye yer olmamış zalim bir adam. Kurbanları, ilkel atölyelerde çalışan, ödünç aldıkları paraları vadesinde ödemekte zorlanan imalatçı emekçiler. 10 misli faiz ekleyen patronlarının alacaklarını her ne yöntem olursa olsun toplamaya alışık Kange – do (Lee Jung-Jin), ailesi ya da dert edeceği sevdikleri olmadığı gibi işini sınırsız kötülükle yapabilme yolunda ne korkusu ne de tereddütü vardır. 

Birgün karşısına bir kadın (Jo Min-su) çıkar ve annesi olduğunu iddia ederek, yıllar önce onu terkettiği için özür diler. Adam başta kadına inanmaz; herhangi bir anne hatırası yoktur. 

YILIN EN KIŞKIRTICI FİLMİ 

Ancak kadına bağlandıkça onun korkuç bir sır sakladığını anlar. Ana sevgisinin, sevecen aile ortamının çekimine kapılan, acımasız Kang – do’ya yaptığı kötülüklerin cezasını veren bizzat annesi olacaktır. 

Zalimliğimiz ve para hırsımız yüzünden birbirimize karşı olan inancımızı kaybettiğimizi iddia eden Kim – Ki duk, Seul’un kenar mahallelerinde yaşayan yasadışılığın tanığı olduğunu, gençliğinden mafya, haraç, tefecilik olaylarını bildiğini söylüyor. 

Kore’de, içerdiği şiddet sahneleri yüzünden büyük tartışmalar yaratan, sıradışı ve farklı bir film olan ‘Acı’ belki de yılın en kışkırtıcı filmi. 

Borçlarını ödeyemeyen gariban emekçileri sakat bırakarak, patronuna sigorta parasını tahsil ettiren cellat tahsildarı kurbanlarına eziyet ederken gösteren, mistik soslu şiddet gösterisi sahnelerine tahammül etmek gerçekten çok zor. 

Oidipus kompleksine de değinen bu melodramatik ana – oğul hikayesinin, izleyiciyi avucunun içine alan, özgün ve etkileyici bir öykü olduğunu da kabul etmek lazım.

 

‘TEPENİN ARDINDA’Kİ BAĞNAZLIK

 

Müthiş bir yükseliş gösteren Rumen sineması, Cristian Mingiu’nun şahsında Cannes Film Festivallerinde ödüllerle taçlandırıyor. Çavuşesku rejiminin getirdiği kürtaj yasağıyla baş etmeye çalışan, iki genç kadının dramına odaklanan ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ ile Mingiu 2007’de Altın Palmiye kazanmıştı. ‘Tepelerin Ardında / Dealuri’, yönetmenin beş yıl sonra katıldığı Cannes’da, ödül listesine iki ödülle giren tek film oldu. Cristian Mingiu, En İyi Senaryo Ödülü’nün sahibi olurken, filmin iki genç aktristi Cosmina Stratan ile Cristina Flutuz En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü paylaştılar. Demir Perde sonrası Romanya’sında, 2005’te yaşayan bir olaydan esinlenen öyküsüyle, film kilise baskısı ve bağnazlığa dair cesur söylemi ile ‘inanç’ problemini otopsi masasına yatırıyor. Ben 9 ay önce filmi izlediğimde, bu ağır tempolu stilize dramın ilk 1,5 saatinde sıkıntıdan boğulacak kadar bunaldığımı hatırlıyorum. Küçükken bırakıldıkları yetimhanede birlikte büyümüş, sonraları yolları ayrılmış biri Almanya’da çalışırken diğeri bir manastıra kapanan iki genç kadının, ‘tepelerin ardındaki’ manastırda yaşadıkları karanlık bir atmosfer içinde anlatılıyor. Almanya’dan gelen Alina’nın, derme çatma barakalardan oluşan bir Ortodoks manastırında kendini dine adayan arkadaşı Voiticha’yı yanına alabilmek için çabası, yönetici rahibin tepkisini çeker. Rahibin adet gördüğü için manastırdan attığı, ağır bir sinir krizi geçirdiğinden hastaneye kaldırılması gereken Alina’yı zincirletmesi, işkence etmesi, filmde izleyiciyi isyan ettiren bir tonda anlatılıyor. Geçmişte yasak bir aşk yaşayan, ensest iki kadının öyküsü, sistemin ‘iyilik adına’ ezdiği, katı din kurallarının arasına sıkışmış kadınların dramı olarak perdeye yansıyor.

Şeytanın gücüne esir olan bir kadın, exorcism (şeytan çıkarma), kilisenin boğucu baskısı, bağnaz bir dini lider, günümüz Romanya’sında insanı isyan ettiren bir olayın yaşanabilmesi, sağlık sisteminin geri kaldığı bir ülkede kiliselerin mantar gibi çoğalması, kasvetli bir ortaçağ ülkesi tablosu çizen ‘Tepelerin Ardında’yı ilgiyi hak eden bir film yapıyor.  Olayın safhalarını bilmeden, yaşanan bir dramın yol açtığı felaket üzerine yorum yapan, sağduyunun temsilcisi gibi duran bir polisin sözleriyle film noktalanıyor. İlk bir saati Hıristiyanlık propagandası gibi gözüken film, sonraları bambaşka bir kulvara girerek, geri kalmış yoksul bir ülkedeki inanç sömürüsü üzerine ilginç şeyler söylüyor.

Yılın kaçırılmayacak filmlerinden biri olan ‘Tepelerin Ardında’ ne yazık ki, hak ettiği ilgili görmeden, izleyicisiyle buluşamadan, vizyondan kalkmak üzere.