Aşk

Siyasetten sıkıldım. Hiç bir şey değişmiyor zira. Şeytana ruhunu satanlara sataşmaktan da bitap düştüm. En iyisi insanın kendine dönmesi galiba. Bu nedenle bu hafta aşktan ve ‘Aşk’tan bahsediyorum.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
23 Ocak 2013 Çarşamba

Siz hiç, karın boşluğunuza yumruk yediniz mi?

Ben fiziki olarak yemedim, lakin ‘Aşk’la nakavt oldum.

Evet, ‘Aşk’ filminden bahsediyorum.

Evet, yaşayan film yönetmenleri arasında olup, en çok rahatsız edici konuları perdeye taşıyan, insanın en tabu meselelerini gözlerimizin içine sokan, velhasıl bütün bilinçaltımızı sorguya çeken Michael Haneke’nin son başyapıtını seyrettim ve yıkıldım. Abartmadığımı da söylemeliyim.

Zira bu film sadece bir film değil, hayatın ta kendisiydi.

Haneke neden ve nasıl çoğumuzu yere sermeyi başarıyordu?

***

Aşk, insanoğlunun yaradılışından itibaren sahip olduğu en temel tutkusu, giderek bir hastalığı. Yüreği, ötekinin yüreğinde attıran, onsuz yaşanılamayacak hissini beynimize zerk eden hayli etkili bir virüs adeta.

Aristo, “aşk acı çekmektir, lakin aşksızlık da ölmek demektir” derken bu benzersiz tutkunun insanı yönettiğini ve hem mutluluğu hem de acıyı yaşattığını söylemek istemiş muhtemelen. Lakin aşksızlığın da onu susuz bırakıp giderek solan bir canlıya dönüştürdüğünü söylemeye de çalışmış...

Şu sözlerin görkemine bakınız:

“Üzgün olduğum zaman, kışın güneşi düşündüğüm gibi seni düşünüyorum. Mutlu olduğum zaman da yakıcı güneşin altında gölgeliği düşünür gibi yine seni düşünüyorum sevgilim.

Hem genç bir çocuk suratın, hem de bir anne kadar bilge yüzün var. Seni bütün bu aşklarla seviyorum...”

Bu satırlar, Victor Hugo’nun sevgilisi Juliette Dronet’ye yazdığı tam üç yüz aşk mektubundan birine ait.

Lakin, aşk acısını ölümüne yaşamış Nietzsche şöyle tarif edecekti bu benzersiz tutkuyu: “insan kendisini sevdiği için başkasına âşık olmuştur. Sevgilisinin varlığı ile mutlu olduğu için sevmiştir onu...”

İşte bu çetrefilli noktada Haneke, ‘Aşk’ta tüm insanlığın ortak tutkusunu masaya yatırıyor. Hayatlarının son dönemlerini yaşayan ve kadının ölümcül bir hastalığa yakalandığı bir çiftin aşkından yola çıkarak atıyor yumruğu seyirciye. “Aşk yalnızlık korkusu mu yoksa insanın diğerinin içinde yaşama arzusu mu?”...

Haneke’nin çiftleri, post modern Batı hayatında yaşlılığın verdiği güçsüzlüğün, yıpranmanın ve acımasız dış dünyanın ağırlığı altında eve kapanmayı yeğlemiş, entelektüel ve birbirlerine deli gibi aşık olduğu görülen bir karı-koca. ‘Dış tehlike’lere karşı evlerini adeta bir kaleye dönüştüren, yakınlarını bile sığınaklarına kabul etmeyen ve hastalıkla uğraşan bir çift. Kadın ölümcül hastadır ve giderek erimektedir evin içinde.

Haneke seyirciye gerçek aşkın hislerden ve sözlerden öte davranışlarla alakalı olduğunu, erkeğin hayatını her anlamda hasta karısına adadığını göstererek kanıtlamaya çalışır. Acı çekmekte olan bir insana aşık olanı sınava sokar adeta. Aşk nereye kadar gidebilecektir? Ölüm, aşkı; aşk, ölümü ne kadar etkiler? Kocanın, bütün günlük hayatını ölüme doğru giden eşinin bakımını üstlenerek geçirmesi, ona ‘ölümüne’ aşık olmasından mıdır, yoksa yalnızlık korkusunun verdiği bilinçaltı bir refleks midir?

Haneke rahatsız ediyor hepimizi. Sonra da öldürücü yumruğu vuruyor hepimize. Tevekkül, kader ve hayatı olduğu gibi kabullenmeye karşı çıkan Batı kültürü insanının, karar alıcı genlerine başvuruyor ve seyirciyi şoke ediyor.

Haneke’nin ‘Aşk’ı, aşkı yüceleştirmenin yanında aşık insanı parçalara ayırıyor ve makineli tüfek misali kesintisizce, aşka dair rahatsız edici soruları sıralıyor. Lakin şunu açıkça hissettiriyor: Yıllar içinde aşkın birikimi arttıkça son bedelin çok ağır olacağını unutmayalım! Saf aşk varsa, fatura büyük olacaktır... Haneke bir başka saptama daha yapıyor. Aşk’ın saflığını sorgulasa da, başkası için yaptıklarımızın, onun için ne hissettiğimizden daha önemli olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle, aşk sözlerle değil, eylemle yüce noktasına ulaşıyor...

‘Aşk’, aşk üzerine yapılmış en görkemli ama o derece mide bulandıran ve sorgulayıcı bir film.

Ayrıca; ölüm, yalnızlık korkusu, yaşlılık sorunları ve Batı’daki dış dünyanın acımasızlığı ile Batı burjuva kültürünün yapaylığı üzerine önemli bir eser.

Haneke diğer eserlerinde olduğu gibi, varoluş sorunsalını masaya yatırıyor.

Heyecanla, korkuyla ama bu sefer ölüm ve ‘Aşk’la...

Son söz Akira Kurosawa’nın olsun: “Aşka dair hiç bir anın yoksa eğer, yaşlılığın zor geçecektir.”