Elis’in bakışı

Elis Simson’un bir yazısıyla tanıdım Judith Butler’ı. Devlet tekeline alınarak içi boşaltılmış milliyetçiliğe dönüşen Siyonizme karşı, ‘birlikte yaşamayı’ öğütleyen Siyonizm; üzerinde yaşadığın toprağı kiminle paylaşacağını, kiminle komşu olacağını seçemeyeceğin düşüncesi; Yahudiliğin kurucu babası Musa’yı, hem Yahudi olması hem olmaması dolayısıyla, ‘birlikte-yaşama’nın vücuda gelmiş hali saymak: Işıltısını buralardan alan bir bakışı var, “Bundan böyle öyle davran ki, Auschwitz bir daha asla yaşanmasın.” diyen Adorno’nun izindeki Butler’ın.

Onur BEHRAMOĞLU Köşe Yazısı
23 Ocak 2013 Çarşamba

Elis Simson’un bir yazısıyla tanıdım Judith Butler’ı. Devlet tekeline alınarak içi boşaltılmış milliyetçiliğe dönüşen Siyonizme karşı, ‘birlikte yaşamayı’ öğütleyen Siyonizm; üzerinde yaşadığın toprağı kiminle paylaşacağını, kiminle komşu olacağını seçemeyeceğin düşüncesi; Yahudiliğin kurucu babası Musa’yı, hem Yahudi olması hem olmaması dolayısıyla, ‘birlikte-yaşama’nın vücuda gelmiş hali saymak: Işıltısını buralardan alan bir bakışı var, “Bundan böyle öyle davran ki, Auschwitz bir daha asla yaşanmasın.” diyen Adorno’nun izindeki Butler’ın.

Bir yanda barış içinde birlikte yaşama kültürüne sahip çıkanlar, bir yanda Auschwitz. ‘Dehşeti Temsil Etmek: Holokost ve Temsilin Sınırları’ başlıklı yazısında, Elis Simson, Yahudi soykırımının (Holokost) Avrupa felsefesini nasıl etkileyip dönüştürdüğü üzerine düşünüyor bu kez. Korkunç deneyimin zihinlerini, belleklerini, bedenlerini nasıl yaraladığını kavramadan bazı felsefecileri anlama çabasını, meselenin kalp atışlarını duymazdan gelmek sayıyor. Tam bu noktada, anlama sürecindeki ahengi yerle bir eden deneyimlerin bizde bıraktığı hisse Kant’ın ‘yüce’ dediğini vurgulayıp; soykırımı bu anlamda yüce bir deneyim olarak niteleyen, onu temsil edebilecek hiçbir zihinsel süreç olmadığı gibi, onu konuşacak hiçbir dilin de bulunmadığını savunan görüşü hatırlatıyor.

“Yaşananlar tüm korkunçluğuyla, dehşetiyle anlaşılabilir, anlatılabilir mi?” sorusuna yanıt ararken, başka bir yaraya, Balkanlardaki trajediye odaklanan iki filmi, Emir Kusturica’dan ‘Yeraltı’ ile Theo Angelopoulos’tan ‘Ulis’in Bakışı’nı düşünüyor, Kusturica’da tarihin müziğe ve şamataya boğulduğunu, Angelopoulos’ta bilincimin uyarıldığını hissediyorum. Yine Angelopoulos’un 52 saniyelik kısa filmi ‘Ulis’in Uyanışı’nda, İthaka’ya varmış, dalgalar arasındaki bir kayanın üstünde uyumakta olan Ulis’e bakıyorum. Ayağa kalkıp kameraya, bana dikiyor gözlerini yaşlı adam. Yüzünde, bakışlarında upuzun, meşakkatli yolculuğun, çekilen acıların izleri, melankolisi. Yaşananları tüm korkunçluğuyla, dehşetiyle anlatmak üzerine düşünürken hatırda tutulması gereken bu: Ulis’in Bakışı.

Aynı bakışla, Kudüs Soykırım Müzesi’nde karşılaşıyorum. Nazi öncesi Avrupa’da gündelik hayat koşturmacası içindeki Yahudilerin siyah beyaz görüntüleri; kendi hallerinde, kimselerin dikkatini çekmeden yaşayıp gidebilecek insancıklar; sağlı sollu koridorlarda adım adım ilerlerken, ölüm kamplarına, gaz odalarına yaklaşmakta olduğum duygusu... Küçük adımlarla başlıyor her şey, bazen fark edilmeyecek denli küçük adımlarla. Bir kitap yakılıyor, bir adam tokatlanıyor, bir haksızlık görmezden geliniyor. Ve kahredici müzenin orta yerinde, bir camekânın gerisinde saklanan birkaç kartpostal-bir iki solgun fotoğraf-bir kahverengi çantanın arasında o bakışa yakalanıyorum. Nazi Almanyası’ndaki pek çok anne-babanın yapmak zorunda kaldığı gibi, bir baba, hayatta kalsın diye tek oğlunu binbir güçlükle bir gemiye bindirip İngiltere’ye yolluyor, başka bir ailenin ‘oluyor’ oğlu. Üzerinde kurbağacık, yavru köpek, annesi tarafından banyoda neşeyle yıkanan çocuk resimleri bulunan kartpostallar, insanı ağlatacak sadelikte tahta oyuncaklar gönderiyor oğluna; omzuna asabileceği, ona yük olmayacak ama babasını hatırlatacak küçük, kahverengi bir çanta, iki de fotoğraf. Birinde dimdik ayakta duran baba, diğerindeyse artık hayatta olmayan annesiyle yanak yanağa oğul.

Fotoğraflardaki anne-babanın bakışı, Ulis’inki. Yeryüzünün tüm anne-babaları orada! Soykırım, anlama sürecindeki ahengi yerle bir eden, dolayısıyla yüce bir deneyim değil. Yüce olan, “Buradayım oğlum!” diyen baba, dünyadan göçüp gitse de yanağının sıcaklığı çocuğunun yanağında bir ömür kalacak anne. Korkunç yırtıcılıklarıyla piranhaların bir insanı parçalayabilmelerinin yüce, anlaşılabilir, anlatılabilir olmaması, ancak bilinmesi gerektiği gibi, soykırım anlaşılmamalı ama bilinmeli, çünkü geri dönüp vicdanları karartabilir. Anlaşılması, anlatılması gereken, yüce olan, anne-babaların bakışları.

“Düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu / ince bir heyecan sarmışsa eğer / ne lestrigonlara rastlarsın / ne kikloplara, ne azgın poseidon’a / onları sen kendi ruhunda taşımadıkça / kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.” Felsefenin derin sularında hakikat yolculuğuna çıkan Elis Simson’un, ele aldığı her ne ise onun kalp atışlarını duymak isteyişinde, Auschwitz’in bir daha asla yaşanmamasını sağlayacak yücelik. Ve İthaka, sadece o yücelikleri soluyanların ulaşabilecekleri yerde.