Hesapsız iyiliğin tanımı: Le Havre

Felsefenin en popüler konularından biridir ‘kötülük.’ Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin 2011 yapımı Le Havre’ını izleyene kadar benim için de ‘kötülük’ sorusu daha cezbediciydi. İnsanın karanlık tarafıyla ilgili hikâyeler hep daha ilginçti. Oysa Le Havre sarsıcılığını tamamen iyilikten alıyordu... Hesapsız ve içten bir iyilik... Her sahnesi izleyiciye yeni bir umut hediye ediyordu: İyilik var!

Elis SİMSON Perspektif
19 Aralık 2012 Çarşamba

Kötülük nasıl tanımlanır? Herkesin üzerinde anlaştığı bir kötülük tanımı var mıdır? İnsan doğası kötü müdür? İnsan özünde kötü değilse, onu kötülüğe iten nedir? Dünya kötü bir yer midir? Dünya kötü bir yerse, Tanrı’nın bunda payı var mıdır? Tanrı kötü müdür? Kötülük diye bir şey var mıdır, yoksa insandan insana değişir mi? Kötülük varsa, kaynağı nedir? Kötülük sadece bir bakış açısından ibaretse, insanlar nasıl beraber huzur içinde yaşayabilir? Toplumsallığı kuran şey kötülükten korunmak mıdır? Bu soru listesi uzar gider... İnsanlık ‘kötülüğü’ daha mı çok merak ediyor gerçekten?

İtiraf etmeliyim, çok sevdiğim ve sinema konusundaki yorumlarına çok güvendiğim yönetmen arkadaşım Sinan Yusufoğlu’ndan öğrendiğim Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin 2011 yapımı Le Havre’ını izleyene kadar benim için de ‘kötülük’ sorusu daha cezbediciydi. İnsanın karanlık tarafıyla ilgili hikâyeler hep daha ilginçti. Kötülüğün sınır tanımazlığı karşısında dehşete düşmek (maalesef) daha çekiciydi. Oysa Le Havre sarsıcılığını tamamen iyilikten alıyordu... Hesapsız ve içten bir iyilik... Her sahnesi izleyiciye yeni bir umut hediye ediyordu: İyilik var!

Normandiya’nın Le Havre adlı liman şehrine bir yük gemisi yanaşır. Limanda bir bütün gece bekleyen gemide, İngiltere’ye geçmek isteyen bir grup Afrikalı mülteci de aç susuz başlarına gelecekleri beklemektedir. Polisin gemiye girmesiyle mülteciler yakalanır, fakat bir oğlan çocuğu polislerden kaçmayı başarır. Komiser Monet’nin görevi bu çocuğu yakalamaktır artık. Ayakkabı boyacılığı yaparak geçimini sağlayan yaşlı Marcel Marx, Idrissa adlı bu çocuğu evine alır ve İngiltere’deki ailesinin yanına ulaşabilmesi için elinden geleni yapmaya başlar. Bu sırada çok sevdiği karısı Arletty, tedavisi olmayan bir hastalığa tutulur ve hastaneye yatar. Komiser Monet, Marcel’den şüphelenmeye başlayınca, bütün mahalle halkı Idrissa için seferber olur. Filmin en önemli özelliği, merkezindeki bu ‘iyilik’ hikâyesini hiçbir hesaplaşmaya, tereddüte, ruhsal ve varoluşsal krizlere bulaşmadan, en yalın ve en içten haliyle anlatması. Marcel, Idrissa’yı evine almak için herhangi bir sorgulama sürecinden geçirmiyor kendisini. Aklın devreye bile girmediği, ‘öyle mi yapmak gerek, böyle mi?’ sorularıyla Marcel ile Idrissa arasında bir mesafe yaratmasına fırsat bile vermeden Marcel sanki yapılacak tek bir şey varmış, başka da hiçbir olasılık yokmuşçasına Idrissa’ya göz kulak olur. Dahası, bu tavırdaki tek kişi Marcel değildir; tüm mahalle halkı aynı içtenlikle sahip çıkar çocuğa, hiç kimse ikinci kez düşünmez. Onlar için bu çocuğa yardımcı olmak, ahlaki bir sorgulamayı gerektirmeyen bir şeydir. Hesapsız iyilik derken de kastettiğim tam budur...

Bu yıl 200. doğum yılını kutladığımız filozof Jean-Jacques Rousseau, benim ‘hesapsız iyilik’ tabiriyle adlandırdığım şeyi ‘doğal bir erdem olan merhamet’ sözcüğüyle ifade eder. 1754’te yazdığı İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nda Rousseau bu merhamet duygusunun doğamızda bulunduğunu, akıldan ve her tür düşünme sürecinden önce geldiğini söyler; fakat uygarlaşma ve akılcılaşma süreçleriyle köreldiğini vurgular. Doğal insan, acıyla ve acı çekenle daha kolay özdeşleşir Rousseau’ya göre, çünkü aklın uygarlaşma süreciyle giderek dallanıp budaklanacak olan o sorgulama süreci (yani felsefi süreç) henüz devreye girmemiştir. Şöyle der Rousseau: ‘İnsanın kendisine sırt çevirmesine ve onu rahatsız eden her şeyden kendisini ayırabilmesine sebep olan şey akıldır.’ Düşünme süreci bir tür içe kapanmadır, dünyanın kötülükleri karşısında umursamaz bir tavır takınmaya yol açabilir. Oysa doğal bir erdem olan merhamet kişinin uykularını kaçırır, her tür düşünme sürecini kesintiye uğratır, huzur bırakmaz. Rousseau’nun bu fikrini açıklamak için verdiği örnek çok çarpıcıdır: Kabuğuna çekilen ‘düşünür’, çığlıklardan evinin altında bir cinayet işlendiğine tanık olsa bile, kulaklarını tıkar ve düşünmeye devam eder; çünkü düşündükçe, dehşete düşen doğasının, evinin altında acıyla kıvranan kurbanla özdeşleşmesine, onun acısını iliklerinde hissetmeye engel olur. Rousseau’nun sözünü ettiği akıl, merhameti törpüler; acı çekene yardıma koşmaktan alıkoyar kişiyi. Hemen bir hesap kitap süreci başlar: Ne pahasına yardım etmelidir? Ya acıyla kıvranan kişi kötüyse? Ya boş yere suçlanırsa? Veya yardım ederken kendisine bir şey olursa? Dolayısıyla bu sorgulama, hesaplama ve tartma süreci bir başlayınca, kişi, bırakın yerinden kalkmayı, aşağıda acı çeken birinin varlığını bile unutur.

Bu sürece belki de en iyi felsefede tanık oluruz; zaten Rousseau boş yere ‘düşünür’ demez. Eleştirmek istediği belirli bir tür akıl vardır, bizi, iyi olduğuna inandığı doğal halimizden koparan, doğamıza yabancılaştıran, akılcılaşma sürecinin soğukkanlılığına emanet eden bir akıldır bu. Felsefeyi bu tür bir akıldan ibaret saymak büyük bir hata olur ama felsefenin ‘iyi nedir?/iyilik nedir?’ sorularını sorduğu zaman çoğunlukla akla başvurduğunu da eklemek gerekir. Ahlak teorilerinin çoğu, iyi davranışı (ister evrensel, ister belirli bir durumdaki) açıklamak için akla uygun bir temel ararlar. Fakat aklın, insanın diğer doğal kısımları üzerinde baskı kurmak gibi bir eğilimi vardır. Bu durumda, akılla temellendirilen ahlak teorileri çoğunlukla insanın doğal süreçlerini (dürtülerini, eğilimlerini, duygularını vs.) kontrol altına almayı amaçlar. Ahlaki karar akıl yoluyla verilmelidir; bize zevk vereceği, bizi koruyacağı, çıkarımız doğrultusunda olacağı için değil... Dolayısıyla ahlaki bir karar söz konusu olduğunda, doğal süreçlerimizle pazarlığa oturmalı, hesaplaşmalıyızdır. Bunun felsefe tarihinde birçok örneği vardır; birkaç tanesine hızlıca göz atalım...

Phaedrus diyaloğunda Platon o meşhur metaforlarından birini daha kullanır: iki tane kanatlı atın çektiği bir at arabası vardır. Bu atlardan biri siyahtır, vahşidir, söz geçirmek zordur. Bu, insanın tamamen biyolojik kısmını temsil eder. Dürtüler ve bedensel ihtiyaçların simgesidir bu at. Diğeri ise beyazdır ve daha uysaldır; o da doğamızın iyi tarafını temsil eder, adaletli olma, merhamet etme gibi. Fakat ikisine de hükmeden, ikisini de yola getiren bir arabacı vardır. İki atında da başına buyruk davranmasına engel olan bu arabacı akıldır. Akıl gidilecek yolu bildiği için, iki atı da yönetme gücüne sahiptir. Yeri geldiğinde çok merhametli olmamak veya tamamen bedensel bir dürtüyü bastırmak gerekir.

Bir diğer örnek ise Aristoteles’in etik anlayışıdır. Aristoteles, insanı akıllı varlık olarak tanımlayarak İyi’yi istemeyi neredeyse insanın doğasına yerleştirir; çünkü akıl kötüyü istemez, hep iyiyi ister. Eğer kötülük yapıyorsa bunu kötü bir doğaya sahip olduğu için değil, aklını iyi çalıştıramadığı için yapıyordur. Burada da dikkat etmemiz gereken bir nokta, Aristoteles’in nasıl davranacağımız konusunda çalıştırdığımız aklın, teorik akıldan farklı bir akıl olduğunu söylemesidir. Antik Yunancası phronesis olan bu yeti, Türkçeye ‘basiret’ olarak da çevrilir. Bu, bizim içinde bulunduğumuz durumu değerlendirip, bu durumun iki aşırı ucunu görmemizi ve orta yolu bularak davranmamızı sağlayan yetidir. Tam bir hesaplama sürecidir yani bu. Örneğin, yolun ortasında kavgaya tutuşmuş iki kişi gördüğümüzde, ne kendimizi feda etmek pahasına saf bir gözü karalıkla kavganın ortasına dalmalıyız, ne de korkaklık gösterip hiç kimselere çaktırmadan uzaklaşıp gitmeliyiz. Aristoteles’e göre, cesaret ne kendini bilmez bir gözü karalıktır ne de korkaklıktır; ikisinin ortasıdır. Bu orta yolu bulmak basiretin işidir. İlginç olanı ise, Aristoteles’in phronesis (basiret) dediği bu yetinin alışkanlığa dönüşebileceğini söylemedir. Ne kadar çok erdemli davranışta bulunursa kişi, erdemli davranışı o kadar çabuk alışkanlık haline getirir. Dolayısıyla akıl çalıştıkça erdemli olamaya daha çok yaklaşırız. Başta hesap kitap gerektiren kararlar giderek alışkanlık haline gelir. Bu aşamadan sonra da kişinin artık ‘erdemsiz’ davranması zaten söz konusu değildir. Fakat Aristoteles etiğinin şöyle bir ironisi vardır: Bu alışkanlık neredeyse kişinin tüm hayatının sonunda kazandığı bir alışkanlıktır. Yani, erdemi öğrenmek bir ömür sürer!

Kant ahlakı ise doğal dürtülerle, doğal yönelimlerle ve duygularla tam bir savaş durumudur. Akıl, insan iradesi üzerinde öyle bir hâkimiyet kurmalıdır ki, irade hep iyiyi istemelidir. Eğer dürtüler, yönelimler ve duygular iyiyi istemenin önündeyse onlardan vazgeçmek gerekir. Her ahlaki karar anında şu soruyu sormamız gerekir Kant’a göre: Şimdi, şu durumda sergileyeceğim davranışımın ilkesi, herkes için geçerli evrensel bir yasa olabilir mi? Hemen örnek verelim: kapıma gelen zor durumdaki arkadaşımı içeriye aldığımda, bu davranışımın ilkesi ‘arkadaşına her zaman yardım et’tir. Peki ya arkadaşım masum bir çocuğu öldürdüğü için polislerden kaçtığı için bana sığınmışsa? O zaman da sessizce içeriye alacak mıyım onu? Bu soruya evet dersek, ‘arkadaşın katil bile olsa onu sessizce sakla’ halini alır evrensel yasa ki bu da, iyi bir dünya kurmaya yetecek bir evrensel yasa değildir hiç şüphesiz. Dolayısıyla her ahlaki seçimde, aklım bana bu sorgulamayı dayatmalıdır, ‘nasıl davranmalıyım?’ sorusunu sormalıyım. Kant ahlakının zorluğu burada da değildir üstelik. İyi davranış bize zevk vermemelidir Kant’a göre, o zaman iyi’nin kendisini değil vereceği zevki hedeflemiş olduğumuz için davranışımız tamamen iyi sayılmaz. Yani, insanları seven ve onlara yardım etmeyi seven insanların işi Kant ahlakı açısından biraz daha zor: istediği için mi yapıyor iyiliği yoksa yasaya uygun davrandığı için mi hiçbir zaman emin olamayız. Aldığı haz iyilik yapmanın hazzı mı, yasaya uymanın hazzı mı? Kant sanki insana uygun bir ahlak değil de, ahlaka uygun bir insan düşünmüştür. Doğal eğilimler ne kadar baskılanırsa, o kadar artan bir ahlaklılıktır sanki bu...

Le Havre’a geri dönecek olursak... Ahlaki karar verme anında devreye giren aklın esamesi yoktur filmin kurduğu dünyada. İnsanlar aklın ahlak hesaplarına hiç bulaşmadan kolektif bir şekilde erdemli davranırlar. Marcel’in hasta karısını hastanede ziyarete gitmesi mi, yoksa Idrissa’nın İngiltere’ye gitmesi için gerekli planları yapması mı gerektiğini bile sorguladığını görmeyiz. ‘Hangi iyilik daha iyidir?’ sorusu yoktur Kaurismaki’nin yarattığı bu insanlar için. Acaba kötü mü diye şüphelendiğimiz tek karakter olan Komiser Monet’nin son sahnedeki davranışı onun Le Havre halkının bir parçası olduğunu gösterir... Filmdeki tek kötülük, filmin dünyasına değil, bizim içinde yaşadığımız dünyaya aittir; o da mülteci sorunudur.  Yine de filmin sonunda umutlanıyor insan... O doğal merhamet duygusuyla yeniden tanışıyor sanki. Dünya ne kadar kötüleşirse kötüleşsin o merhamet duygusu içimizde bir yerde hâlâ ve Aki Kaurismaki gibi yönetmenler sağ olsunlar bunu bize hatırlatıyorlar...

Rousseau: ‘İnsanın kendisine sırt çevirmesine ve onu rahatsız eden her şeyden kendisini ayırabilmesine sebep olan şey akıldır.’ Düşünme süreci bir tür içe kapanmadır, dünyanın kötülükleri karşısında umursamaz bir tavır takınmaya yol açabilir. Oysa doğal bir erdem olan merhamet kişinin uykularını kaçırır, her tür düşünme sürecini kesintiye uğratır, huzur bırakmaz.