Doğadaki son çocuk

“Doğadaki çocuk, soyu tehlike altında olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır”

Çevre
21 Kasım 2012 Çarşamba

Talya ENRİQUEZ ROMANO

 

Çocukluk yazlarını İzmir ve çevresinde geçirmiş kişilere o dönemden en çok neyin akıllarında kaldığı sorulsa; “Süt darı mısırrrr! Sıcak sıcak süt darılar bunlarrrr!” diye bağıran satıcılar, hatıra listesinin başında yer alır muhtemelen.  Bir elinde kovası, diğer elinde tuzluğu ve beline sıkıştırılmış mısır yapraklarıyla yazlıkların en önemli karakterlerindendi ‘darıcılar’. Uzaktan maşasını sallayarak geldiğini gören çocuklar denizden koşarak çıkarlardı o güneş sarısı lezzeti ilk yiyen olabilmek için...

Eskiden yaz aylarının nostaljik bir simgesi olan mısır, zamane çocuklarının zihninde son dönemde basında sıkça yer alan ‘genetiği değiştirilmiş organizma’(GDO) kavramıyla özdeşleşiyor. Benzer bir şekilde, eskiden denizde dalgalarla oynanarak keşfedilen yüzme ‘keyfi’nin yerini, üç yaşından itibaren klorlu su havuzlarında yüzme koçlarının liderliğinde gerçekleştirilen ‘antrenmanlar’ alıyor.  Kumdan kale yaparken doğan yazlık arkadaşlarının güzelliğini ise kapalı ortamlarda bilgisayar karşısında edinilen sanal arkadaşlıklar gölgeliyor ne yazık ki...

Peki, ne oldu da “Bizim çocukluğumuz mahalle arkadaşlarımızla dışarıda oyun oynayarak geçti” diyen anne babaların çocukları, sürekli televizyon ve bilgisayar karşısında zaman geçiren, ellerinden teknolojik aletlerin hiç eksik olmadığı bir nesle dönüştü? Bu dönüşümün altında yatan temel sebep, ebeveynlerin kimi zaman internette okudukları haberlerin de etkisinde kalarak açık havada risk almak yerine çocukları için daha güvenli olduklarına inandıkları kapalı ortamları tercih etmesi oluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan araştırmalara göre, ilkokul çağındaki bir çocuk haftada ortalama 44 saatini bilgisayar ve televizyon gibi elektronik aletlerin karşısında geçiriyor.  Normal bir şirkette haftalık çalışma süresinin 40 saat olduğu düşünüldüğünde, bu çocukların her gün sınıfta geçirdiğine ek olarak bir iş mesaisi kadar zamanı da kapalı ortamlarda sabit oturarak harcadığı gibi bir tablo çıkıyor karşımıza.

Hiç kuşkusuz yavrularını koruma güdüsüyle hareket eden anne babalar, çocuklarını dış mekânlardaki olası tehlikelere karşı daha korunaklı yerlere yönlendirirken, bu durumun çocukların fiziksel ve ruhsal sağlıkları üzerindeki olumsuz etkilerinin her zaman farkında olmuyorlar.  Doğadaki Son Çocuk kitabının yazarı Richard Louv’a göre sürekli dört duvar arasında büyüyüp doğadan kopuk yetişen çocuklarda Doğa Yoksunluğu Sendromu görülüyor. Doğa Yoksunluğu Sendromu yaşayan çocuklar küçücük yaşlarında, genelde yetişkinlerde görmeye alışık olduğumuz obezite, şeker hastalığı, dikkat eksikliği ve depresyon gibi rahatsızlıklarla karşı karşıya kalıyorlar. Ağaca tırmanmaktan ürken, oradan oraya zıplamak yerine sabit oturan çocuklar, içten gelen enerjilerini evlerin içinde yeterince harcayamadıkları için çoğunda hiperaktivite sendromu görülüyor. Herhangi bir psikologa hiperaktif teşhisi bir çocukla ilgili ne yapabiliriz diye sorulduğunda ise, ilk önerdikleri şeylerden biri çocukları doğayla kaynaşabilecekleri, doğanın huzur ve sessizliğini dinleyip gönüllerince koşabilecekleri ortamlara götürmek olması, tesadüf olmasa gerek.

Doğanın insanlar üzerindeki olumlu etkileri sadece hastalıklarla mücadeleyle de sınırlı değil.  Bilim adamları farklı duyularımızı aynı anda kullanarak algımızın ve sezgilerimizin  daha çok geliştiğini öne sürüyorlar.  Bu bağlamda bilgisayar oyunları ve teknolojik aletler görme-işitme olmak üzere sadece iki duyumuza hitap ederken, tabiat ana beş duyumuzu birden geliştirebileceğimiz bir fırsat sunuyor. Bir saatlik orman yürüyüşü esnasında bile birbirinden ilginç hayvanları inceleyip kuş seslerini dinleyerek;  binlerce farklı çiçeğin kokularını ayırt etmeye çalışarak veya daha önce hiç görmediğimiz bir bitkiye dokunup onu tadarak doğayla iletişim kurabiliyoruz.  Zihinsel gelişimin yanı sıra, doğal ortamlarda vakit geçirmenin fiziksel faydalarını da göz ardı etmemek gerekiyor. Norveç ve İsveç’te yapılan çalışmalar, doğal alanlarda oynayan okul öncesi çocukların, düz zeminli çocuk bahçelerinde oynayanlara göre denge ve çeviklik testlerinde daha başarılı olduklarını ortaya koyuyor.

Richard Louv’a göre Doğa Yoksunluğu Sendromu’nun bir diğer önemli sebebi de şehirde yaşayan çocukların ulaşabileceği milli parklar ve doğal ortamların giderek yok edilmesi.  Son 20-30 yılda dünya genelinde görülen kırsaldan kente göç nedeniyle artan konut ihtiyacı; şehir planlamacılarının yerleşim merkezlerini planlarken yeşil alanları feda etmesine sebep oluyor.  İstanbul’da her yıl bir yenisi yükselen gökdelenlere kıyasla gitgide azalan orman arazileri bunun en çarpıcı örneği. Buna ek olarak artan enerji ihtiyacını karşılamak için kurulacak termik santrallerle ilgili de dikkatli olmak gerekiyor. Geçtiğimiz aylarda İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı’nın yanı başına ithal kömürle çalışacak termik santral kurulması planlandığı açıklandı. Dünya üzerinde var olan sadece üç longoz ormanından biri olan, her yıl 400.000 turistin ziyaret ettiği ve bu ayın başında Uluslararası Sulak Alanlar Koruma Sözleşmesi (RAMSAR) kapsamına alınması kararlaştırılan İğneada Longoz Ormanları’nın termik santral tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmış olması doğamız adına affedilemeyecek bir durumdur.

İğneada örneğinde de görüldüğü gibi miniklerin doğaya ihtiyacı olduğu kadar, doğanın da gelecekte onu koruyacak elçilere ihtiyacı var. Küçük yaşta doğa ve hayvanlarla arkadaş olan çocuklar, yetişkin birer iş insanı ya da politikacı olduklarında doğayı tahrip edecek kararları vermeden önce hiç kuşkusuz iki kere düşünecekler. Sadece doğayı tanımak ve sevmekle kalmayacak, çıktıkları orman gezilerinde sert bir kayayla mücadele ederken hayatın iniş çıkışlarında dik durmayı öğrenecek, yüksek dallara tırmanırken kendi sınırlarını anlayacak, engelleri aşarken özgüven kazanacak; bir anlamda ormanları tanırken kendilerini tanıyacaklardır.  Bugünün doğayla haşır neşir yetişen çocukları, gelecekte doğal yaşamın gönüllü savunucuları olacaktır.

Richard Louv’un dediği gibi; “Doğadaki çocuk, soyu tehlike altında olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.”  Eğer ileride gezegenimizin hayatta kalmasını istiyorsak hemen bugün çocuklarımızı dört duvar arasından çıkarıp tabiat ananın kucağına bırakalım. Aksi takdirde, gelecek nesil çiftlik yaşamını Facebook oyunlarından, hayvanları İpad uygulamalarından tanımanın ötesine geçemeyecek.

Küçük yaşta doğa ve hayvanlarla arkadaş olan çocuklar, yetişkin birer iş insanı ya da politikacı olduklarında doğayı tahrip edecek kararları vermeden önce hiç kuşkusuz iki kere düşünecekler. Çıktıkları orman gezilerinde sert bir kayayla mücadele ederken hayatın iniş çıkışlarında dik durmayı öğrenecek, yüksek dallara tırmanırken kendi sınırlarını anlayacak, engelleri aşarken özgüven kazanacak; bir anlamda ormanları tanırken kendilerini tanıyacaklardır.