Bir yıl aradan sonra

Köşe Yazısı
17 Ekim 2012 Çarşamba

David OJALVO


28 Eylül 2011 tarihinde yayımlanan köşe yazımın ardından, gazetemizdeki yazılarıma vatani görevim nedeniyle 1 yıl ara vermiştim. Zaman, yine bildiğini okudu. Günlerin, ayların akışı adeta bir “hızlı trene” binmek gibi… Önümde istasyonlar var; ama harita, hesap bir şekilde duygularla örtüşmüyor. Geriye dönüp bakmak, zamanı hızlı, fazlasıyla hızlı kılıyor.

1 Ekim 2011’de İstanbul’dan ayrıldım. Samsun, Eğirdir, Bolu ve Hakkâri vatani görevimdeki başlıca duraklarımdı. Şehirdeki son haftamda kitapçıları dolaşmış, Ferit Edgü’nün “Hakkâri’de Bir Mevsim” adlı kitabını aramıştım. Zira kitabın sayılı baskısı kalmıştı. Sezgilerim bana ülkemizin en güneydoğusuna gideceğimi söylemişti. Orada bir mevsim geçirecektim ve kitabı, tam yerinde okuyacaktım. Öyle de oldu…

Kısa veya uzun dönem… Sizin akıp giden zamana bakış açınız nasıldır, bilmiyorum; ama ben “kazanılmış zamanlara” inanırım. Özünde, hayatta kaybedilecek vakit yoktur. Nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım, ömrümüzden veriyoruz. Dolayısıyla, koşulsuz olarak günler geçerken, bir bilinçle, bir “değer üretme” kaygısıyla hareket etmek esas gibi… Bu açıdan geride bıraktığım bir yıllık dönemi olumlu bir şekilde anmak adına, kendi payıma düşeni yapmaya gayret ettim. Bazen gayret söz konusu iken, sonuç dahi gölgede kalır. Huzurun ve mutluluğun ifadesi, sarf edilen gayrettir. Tıpkı, “Mutluluk, yolun sonunda varılan nokta değildir, yoldur” sözünde anlatıldığı gibi.

Yedek subay olmanın gururunu yaşadığım, sorumluluğunu taşıdığım kadar, kendimle baş başa kaldığımda bolca okudum, yazdım, gözlem yaptım. Önümüzdeki yıllarda böylesine okuyabildiğim ve yazabildiğim bir dönem hayatımda yeniden olmayabilir. Zamanın hızlı geçtiği aşikâr olduğu kadar, kitapların da dostlukları tescilli... Maddi ve manevi imkânlarım yeterli olsa, “hayatım boyunca okuyabilir ve yazabilirim” dediğim sıkça oldu. Okunacak kitapların çokluğu karşısında kalp atışlarım güçleniyor… Her sabah doğan güneş, yeni hikâyelere işaret ediyor… Düşünceler kalem ve sayfalar arasında yoğunlaşıyor… Geride bıraktığım bir yılın benliğim üzerindeki etkisini uzun vadede kim bilir nasıl hissedecek, nasıl algılayacağım? Yaşadıklarım, içselleştirdiklerim gözlerimin, algıladığım ışığın yeni renkleri olacak. 

***

Uzağında kaldığım sürelerin toplamı üç yıl ve özlemlerimin en büyüklerinden biri İstanbul’du. Yedi tepeli şehri, sıkça düşledim. Şehrimi de şimdi daha farklı algılıyor, görüyorum. Sevgili Ester Yannier, Rize’deki günlerimde, “Bazen birçoğumuz İstanbul’dan kaçıp uzaklaşmayı, küçük bir yerde yaşamayız isteriz, sen bunu yapabildin.” demişti. Trafiği, kalabalığı, karmaşası, telaşı, sıkışmışlığı, hatta yer yer ıssızlığı düşünüldüğünde Ester çok haklıydı. Ben İstanbul’u uzaklarda, tüm olumsuz yönlerini göz ardı ederek düşledim, düşündüm. Festivallerle, tiyatrolarla, boğazıyla, mekânlarıyla, dostlarıyla İstanbul… Sevdiklerimiz ve sevenlerimizle birlikte yaşadığımız, çilesine katlandığımız megapol. Rüzgârı, dokusu, sırdaşlığı ve anlayışıyla İstanbul canımdan bir parçaydı. Şehirde yaşama kültürünü çoğaltmalı ve içselleştirmeli…

Bizlerin şehre, şehrin bize anlatacakları var. Bu çerçevede, ekim ilk pazarı Yahudi Kültürü Avrupa Günü’nün üç yıl aradan sonra yeniden düzenlenebilmesi son derece anlamlıydı. İstanbul dışında yaşayan; ama İstanbul ruhunu derinlemesine taşıyan çok sevgili bir dostum, büyük bir emek ve hassasiyetle düzenlenen bu özel günde misafirimdi. Galata civarını dolaştığımızda, Neve Şalom’a girdiğimizde, Yahudi mizahını dinlediğimizde, Bar Mitzva törenini izlediğimizde, günü, biraz da onun gözlerinden yaşadım. Yeni ve farklı görülebilecek neler vardı? Belirli bir hassasiyeti, saygıyı, bilinci kazanmış bireylerin, birikimlerini zenginleştirmek adına keşifleri vardı. Tarih, insanlık ayrılıklardan nasibini almamış mıydı? Artık özel vurgulara, sorulara ihtiyacımız yok. Mesele kanımca “dışarıdaki ötekiyle” değil, “içimizdeki ötekiyle” alakalı. Bazı yanıtları kendi kendimize, içimizden verdiğimizde, dışarıda kimlikler üzerinden süregelen tartışmaların yersizliği, abartısı kolaylıkla anlaşılacaktır. İnsanlık öylesine temel bir değer ki, kimlikler söz konusu olduğunda, en azından şu sorunun yanıtı son derece net bir şekilde verilmeli: Biz bu tartışmayı neden yapıyoruz? Neden aidiyetimize dair farklılıkları konuşuruz? Teoriye kafa yorarken, dünyanın pratik gerçekleri almış başını gidiyor ve içsel bir bütünlüğe ulaşmadan, söz söylemek sonuçta ne kadar etkin?

***

Yazılarıma yeniden başlarken, köşemin de yeni bir adı var. Sait Faik’in ilk öykü kitabına verdiği ismi, “Semaver”i benimsedim. Harmanının giderek daha da zenginleşeceğine inandığım çay yaprakları ve suyu ile semaverim hazır. Demlenmek üzere ateşi, öncelikle hayatın ta kendi yakıyor… Güneşin de işaret ettiği gibi, anlatacak yeni öyküler, aktarılacak düşünceler var. Onları paylaşmak ve geliştirmek üzere…