Televizyon dünyasından bir ses!

Salvo Kohen hafta içi her akşam canlı yayında program sunuyor. Ülkemizin dört bir tarafından, insan seslerini izleyicilere duyurmaya çalışıyor. İşini severek yaptığını söyleyen Kohen sorduğum soruları samimiyetle cevaplandırıyor...

Yaşam
29 Ağustos 2012 Çarşamba

Sidni KOHEN


Herkesin ilgisini çeken bir sektörde çalışıyorsun. Medya alanında çalışmaya nasıl karar verdin? 

Aslında her gazeteci gibi benim de bu sektörde çalışma isteğim merakla başladı. Elime bir kamera alıp arkadaşlarımla sokağa çıkar, insanlara çeşitli genel kültür soruları sorarak, onları montajlar ve video paylaşım sitelerinde bunları yayınlayıp eğlenirdik. 2007 yılının yaz aylarına yaklaşırken, Değerli hocam Tülay Gürler’in, o sırada tam anlamıyla ekrana yapışarak izlediğim,  yaptıkları haberlerle Türk televizyon tarihine geçen ‘ARENA’ programının Genel Yayın Yönetmeni Uğur Dündar’dan benim için staj istemesiyle profesyonel anlamda bu işi ustasından öğrenme yolu açılmış oldu. Alışılagelmişin aksine çalışmaya lise yıllarımda başladım. Televizyon maceram on altı yaşında girdiğim Kanal D-CNN Türk ortak yayınıyla ekrana gelen ‘ARENA’da stajyer olarak gizli kamera asistanlığıyla başladı. Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star TV’den, Uğur Dündar’a gelen Haber Grup Başkanlığı teklifiyle, bizlerin de Star TV’de çalışmaya başlamasıyla devam etti.

Bu aralar sunduğun televizyon programlarından bahsedebilir misin?

Hafta arası her gece saat 22.45’te Kanal Türk ekranlarındaki Uçan Kuş’tayım. Her gece farklı bir yaşam haberiyle, konserlerle, gündem haberleriyle Türkiye’nin dört bir yanından canlı yayında, stüdyoya bağlanarak anlatım yapıyorum. Gelen tepkiler çok güzel. Burada çalışmanın çok keyifli olduğunu söyleyebilirim. Bir noktada önemli olan, kimle, hangi patronla çalıştığınız. Uğur Dündar ve Yılmaz Özdil’den sonra yine efsane bir ismin, Can Tanrıyar’ın ekibinde çalışmak açıkçası bana onur veriyor. Program Koordinatörlüğünü, Evren Ersoy ve Oğulcan Tanrıyar’ın üstlendiği, istihbarat şefliği görevini de Bilal Özbilge’nin yürüttüğü ve ağırlıklı olarak magazin haberlerinin işlendiği programda, güncel ve yaşam haberlerini yapıyor ve canlı yayında izleyicilere aktarıyorum. Twitter üzerinden izleyiciler yazıyor bana. Onların isteklerini, haberlerini dikkate alıp o haberlerin de üzerine gidiyoruz. Farklı bir program tarzı.  Normal magazine bakıyorsunuz; kim kimle evlenmiş, kim kimle kaçamak yapıyor, ünlüler nerelere takılıyor falan. Uçan Kuş izleyicileri, bizi ‘seviyeli magazin’ programı olarak nitelendiriyor.  Yani sadece magazin değil hayata dair ne varsa bu programda hafta içi her akşam saat 22.45’te Kanal Türk ekranına geliyor. 

Televizyon muhabirliğinin güzellikleri ve zorlukları neler?  

Aslında Televizyon muhabirliğinin zor yanları, güzelliklerine göre çok fazla. Çoğu kişi muhabirlik işini hafife alıyor. “Ne var, sokakta iki soru soruyorsunuz akşam da kendinizi televizyonda izliyorsunuz,” diyebiliyorlar. Yok, öyle bir şey. Haber, detaylarda gizlidir. Ele aldığınız bir konuda önemsiz gördüğünüz detaylardan öyle haberler çıkar ki siz bile şaşırıp kalırsınız. Örnek vermek gerekirse; sörf şampiyonasında yarışan sörfçüler bir haber değildir; ama yarışmacılar arasında 85 yaşında bir teyze var ise, o haberdir işte. Yoksa sabaha kadar anlatın yarışmayı; sörfçüler gelmiş, kim kazanmış falan. Öyle olmaz. O teyzeyi bulacaksın, belgesel tadında bir haber yapacaksın.

Muhabirliğin ikinci adımı olan canlı yayınlar var bir de. İşimizi esasında zor kılan en önemli detay budur. Adı üstünde canlı yayın. Konuştuğunuz zaman bunun bir geri dönüşü yok. Ağzınızdan çıkmış oluyor, kimse müdahale edemez size. Kulaklığınızdan bir yandan stüdyoyu, diğer yandan rejiyi, öbür taraftan da röportaj yaptığınız kişiyi dinlemek zorundasınız… Yayın yapmayı en çok zorlaştıran da dışarıdan müdahalelerdir. Ve işinizi yapmanıza engel olurlar. Bir kişinin ölüm haberini son dakika yayına bağlanarak anlatmanız gerekebilir mesela.

Güzel yanları da var tabi. Ben işimi seven bir gazeteciyim. Gerçi bu mesleği yapanlar bilir, sevmeden asla yapamazsınız. Bir çeşit aşktır gazetecilik. Doktorluk gibidir bana göre. Nasıl bir doktor sokakta bayılan birini görünce, “aman canım benim mesaim bitti zaten uğraşamam,” diyemezse, biz de yanan bir yer veya büyük bir kaza gördüğümüzde hemen kameramıza, cep telefonumuza sarılır görüntü çekeriz. Muhabirliğin en güzel tarafı ekrana çıkıyor olmak mı derseniz,  hayır derim, bu sadece güzelliğin bir kısmını oluşturur. İşiniz budur. Muhabirseniz ekrana çıkarsınız zaten. Önemli olan her haberde ne kadar detay bulabildiğinizdir. Gazeteciyi mutlu eden kısım budur.

 

Sunuculuk esnasında, başından geçen en ilginç olayı bizle paylaşabilir misin? 

Bana en çok sorulan sorudur bu. Her sorulduğunda geçmişte başımdan geçen trajik ve komik anıları hatırlar, çoğu zaman da gülerim. Gizli kameranın serbest olduğu zamanlar.

Mesleğim gereği Türkiye’nin hemen hemen her bölgesine gittim. Kuşku yok ki iş sırasında başıma gelen en ilginç olaylar Karadeniz Olimpiyatlarını takip ederken, Trabzon’da başıma geldi. Çok ilginç bir yer. Üç gün boyunca sabah kahvaltısı olarak pilav üstü dönerle beslenmek zorunda kaldığım güzel ülkemizin bu şehrinde, Karadenizlinin pratik zekâsı beni derinden etkiledi. Kiralık aracımızı yol kenarında, belediyenin sahibi olduğu otoparka park ettim. Ertesi gün başka bir haber için Rize’ye doğru yola çıkmak üzere arabaya bindim, çalıştırdım. “Hoooooop dur!” dedi bir ses. Açtım camı “buyur abim,” dedim. “Otoparkçı beye otoparkun parasunu vereceksun.”dedi.  Dört lira gibi bir ücreti var. “Bir dakika” dedim, sarı basın kartını ona verdim… Belki on beş dakika inceledi ve sonra sordu: “bu nedur?” “ Abi bu sarı basın kartı, dünyanın her yerinde geçerlidir, otoparklar, toplu taşıma vasıtaları, ve bunun gibi bir çok şey bedavadır,” dedim. “Ver bakayım şunu bir daha,” dedi o güzel şiveyle… Verdim. “Diyorum abi dünyanın her yerinde geçerlidir, bırak da gidelim habere yetişeceğim,” dedim. Döndü bana ve bombayı patlattı. “Burada geçmiyi,”dedi. 

Türkiye’deki medya sektörünü nasıl bir yolda görüyorsun? Önümüzdeki 10 sene içerisinde sence nasıl değişiklikler olacak?

Medya sektörünün on sene içinde çok büyük değişikliklere uğrayacağını pek düşünmüyorum. Oturmuş bir sistem var. Bu değişime ihtiyaç yok demek değildir. Keşke Avrupa standartlarında çalışabilsek. Avrupa’da bir kameramanın beş tane asistanı olduğunu biliyor musunuz? Türkiye’de öyle bir şey mümkün değil.

Gündeme büyük bir ölçüde medyanın yön verdiğini düşünüyorum. Bir anlamda medya, hangi olayın üstüne giderse o olaya çözüm daha erken geliyor. Yani ufak bir örnekle İstanbul’da her gün çok sayıda trafik kazası meydana geliyor. İhmaller zinciri nedeniyle çok sayıda can yitip gidiyor.  Bu acı olaylar bir daha yaşanmasın diye önlem almak çok uzun sürüyor. Medya araya girip o ihmali haber yaptığında ertesi gün gereken yere trafik lambası veya bariyer yerleştiriliyor. Kazalar meydana gelmeden önce önlem alınabilse, kazalar olmasa, ölümler olmasa, biz de bu acı haberleri ekrana getirmesek keşke. Kazalar olmadan önce, ihmallerin önüne geçilmedikçe biz bu haberleri yapmaya devam edeceğiz maalesef. 

Medya sektörünün devlet egemenliğinin altında olduğu konusu çok tartışılıyor. Bu konuda bize neler söyleyebilirsin? 

Televizyonların RTÜK tarafından denetlenmesi aslında kötü bir şey değil. Bazı kurallar ve yasalar olması gerekiyor. Bu televizyonları izleyen çocuklar var. Sigara ve uyuşturucu gibi özendirici görüntüleri mozaiklemezseniz, küfürleri biplemezseniz, bunu izleyen çocuklar televizyonda yapılanları taklit edecektir. Kimse oğlunun küfür etmesini veya madde kullanmasını istemez. Toplumumuz televizyon ne derse, uygulayan bir toplum. Hatırlarsınız Pokemon diye bir çizgi film vardı. Çocuğun biri kendini Pikachu zannedip balkondan atladı. Sorumlu yayıncılık anlayışı olan televizyonlar boşuna mı yazıyor, “lütfen evde denemeyiniz,” diye. Bu durumun RTÜK’ün uyguladığı gibi ağır kurallar gerektirdiğini savunmuyorum. Mesela haberlerdeki fon müziğinin kaldırılması bana göre yanlış ama her şeyin bir kuralı, bir sistemi olmalı ve denetlenmeli.

“Televizyon diye bir şey kalmayacak. İnternet televizyonun yerini alacak.” Bunlar sürekli konuşulan şeyler.  Televizyon dünyası konuşulanlar için ne düşünüyor? 

Yanlış, bu işe yatırım yapmış olan medya patronları var. Bahsettiğiniz bu olay Avrupa veya Amerika’nın alım gücü yüksek bölgelerinde hayata geçebilir ama Türkiye’de bu mümkün değildir. Çamurdan yapılmış gecekondularda oturan, sadece bir tane kömür sobası ve 33 ekran ufak televizyonu olan ailelerimiz var. Anten yerine çatal, bıçak, tencereyle hasbelkader bir kanalı tutturup akşam çayının yanında televizyon keyfi yapan bu aileler çok fazla… İnternet, yenilikçi bir hizmet. Parası olan isterse Japon televizyonunu bile seyredebilir. Televizyon ise artık bir gelenek. Kesinlikle internet yayıncılığının, televizyon yayıncılığının önüne geçeceğine inanmıyorum. 

10 sene sonra kendini nerede görüyorsun? 

Yarın hangi ülkede ya da Türkiye’nin hangi şehrinde olacağımı bilmeden on sene sonrasını görmem maalesef mümkün değil. Biz her gün yeni şeyler öğreniriz, yaşam haberleri yaparken o kişilerle ağlar, güleriz. Acılarına, mutluluklarına ortak oluruz onların. Ertesi gün çok farklı bir haberle ekranda oluruz. Yani değişkendir. Sabit bir şey asla yoktur bizim işimizde. Bu nedenle “ben ilerde spiker olacağım.”, “On sene sonra kendimi patron koltuğunda görüyorum,” diye bir şey söylemek mümkün değil. Ama şunu çok net bir şekilde belirtebilirim; masa başında oturmayacağım kesin!