Bir zamanlar evlilik

Yaşam
16 Mayıs 2012 Çarşamba

Albert MİZRAHİ


Her şey olması gerektiği gibi başladı, doğa düzenini kurmuştu: Fiziksel olarak daha güçlü olan Adem, Tanrı’nın buyurduğu gibi çalışıyor, dışarının zorlu şartlarında vahşi hayvanlarla boğuşup avlanıyor, evine et (ekmek) getiriyordu. Havva ise yine kendisine buyurulan şekilde insan neslinin devamının sorumluluğunu üstlenmiş; çocuklar doğuruyor, onlara ve erkeğine bakıyor, besliyor, onları gözetiyor, mağaranın (yuvanın) dirlik ve düzenini sağlıyordu. Fiziksel olarak daha zayıf olan kadın kendisinden daha güçlü erkeğinin yanında kendisinin ve yavrusunun korunma ihtiyacını karşılıyor, bunun karşılığında da erkeğinin getirdiğiyle yetiniyordu. Bu durumun doğal sonucu olarak kendisinden güçlü olan erkeğe sığınma içgüdüsü gelişti. Bu düzen yüzyıllarca devam etti…

***

Sanayi devrimiyle birlikte işgücü talebi arttı ve kadınların çalışması gündeme geldi. Düzenin bozulmasının ilk tohumları atılmıştı artık. Kadın da çalışmaya ve para kazanmaya başlamıştı. Çalıştıkça özgüvenini kazandı, ekonomik bağımsızlığını kazanmasıyla özgürleşti, erkeğin boyunduruğu altında olmaktan çıktı, haklarının farkına ve bilincine vardı. Eğitim eksikliğini de giderdikçe hızla yüzyılların açığını kapattı. Sanayi devriminin ardından gelen bilişim devrimi bu süreci tamamladı, erkeğin fiziki üstünlüğünün bir önemi yoktu artık… Havva da mağarasından çıkıp vahşi hayvanlarla boğuşmaya başlamıştı.

İlk başlarda kadın bu yeni düzenden ve getirilerinden memnundu, eşitliğin ve özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Fakat bir süre sonra bunun götürüleri de olduğunu gördü. Çünkü önceleri kadının hizmetini doğal konforu olarak önünde bulan erkek bu lüksünü kaybetmiş, buna karşılık kadının ve tüm ailenin yükünü taşıma ve onlara bakma sorumluluğunu da sorgulamaya başlamıştı. Üstelik özgürleşmenin doğal sonucu olarak kadını kolayca elde etmeye başlayan erkek evlilikten kaçar olmuştu. Bunda da kadının vazgeçemediği içgüdülerinin rolü büyüktü: Halen korunup kollanma ihtiyacı hissediyor, bu yüzden de erkeğinin kendisinden güçlü olmasını arzuluyordu. Kısacası artık eşitti ama hâlâ ‘eş’inin eşit değil üstün olmasını talep ediyordu.

***

Ne var ki, en büyük gücün ekonomik güç olduğu günümüz dünyasında bu her zaman mümkün değildir. Hele hele kadın ve erkeğin eşit koşullarda olacağı – ki bunu canı gönülden arzuluyorum – bir dünyada bu denklem ancak bir azınlığı mutlu edebilir. Bu, matematiksel bir gerçektir. Kanımca günümüzde evlilik kurumunun çatırdamasının temel sebeplerinden biri budur. Peki ne yapalım, eski düzene geri mi dönelim? Bu artık mümkün görünmemektedir, cin şişeden çıkmıştır artık. Kazanılmış hakların iadesi sözkonusu olamaz, nehirler terse akamaz. Onun yerine bu süreci ve bu devrimi tamamlamak daha mantıklı olacaktır. Bunun yolu da, ne kadının ne de erkeğin bir tarafın üstün ya da zayıf olmasını talep etmediği ve şart koşmadığı, ama bir taraf halihazırda güçlüyse iki tarafın da bundan gocunmadığı ve bunu suistimal etmediği bir aile düzeni gerçek mutluluğu getirecektir. Aynı zamanda bu düzen, eşitlik ve özgürlüğü yaşayarak öğrenmiş tam demokratik bireylerin yaşadığı ideal bir aile düzeni olacaktır. Aile düzeninin hepten yok olmaması için, bu bir acil çağrıdır!