Saçma bile olsa inanmak: KORKU VE TİTREME İÇİNDE

Kierkegaard’ın Korku ve Titreme adlı kitabı ‘İnsanlığın en büyük hikâyesi’ olan Avraam’ın oğlu Yitshak’ı kurban etme hikâyesini dört farklı şekilde yorumlarken iki duygunun altını çizer; sevgi ve korku… Hikaye etik varoluş evresinden dinsel evreye geçişin hikâyesi

Elis SİMSON Perspektif
15 Ağustos 2012 Çarşamba

İtiraf ediyorum, Kutsal Kitabı ilk kez elime alışım bundan dört sene öncesine rastlar. Vesile ise Kierkegaard’ın Korku ve Titreme adlı kitabıdır. Avraam’ın, oğlu Yitshak’ı kurban etme hikâyesini ilk kez, Kierkegaard’ın varoluş krizleriyle dolu, hayli duygulu ve bir o kadar şiirsel yorumu üzerinden okuduktan sonra hikâyenin orjinalini, yani Kutsal Kitap’taki halini okumak için büyük bir merak uyanmıştı içimde. Kierkegaard’ı böylesine etkileyen bu hikâye, ‘İnsanlığın en büyük hikayesi’nde nasıl anlatılmıştı acaba? Büyük bir merakla ilgili bölümü açtım ve Kierkegaard’ın 120 sayfalık bu etkileyici metni yazmasına esin olan hikâyenin kupkuru on üç cümleden ibaret olduğunu gördüm. Ne büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı size anlatamam. Bu on üç cümlede Tanrı Avraam’dan, yıllarca beklediği oğlu Yitshak’ı kurban etmesini ister. Avraam, Tanrı’nın bu dehşet verici isteğini hiç tereddütsüz yerine getirir ve büyük bir soğukkanlılıkla Moria Dağına götürür biricik oğlunu – öldürmek için! Fakat son anda, Tanrı bir melek aracılığıyla Avraam’a oğlu yerine kurban etmesi için bir koç gönderir. Avraam, Tanrı’nın sınavını geçmiştir. Bu korkunç sınamayı anlatan satırlarda sadece iki duygunun adı geçer: “... Sevdiğin biricik oğlun...” der Tanrı ve “...Tanrı’dan korktuğunu anladım” der kurbanlık koçu getiren melek. Sevgi ve korku; Kutsal Kitap sadece bu duyguların adını anar. Tabii ki burada şaşılacak bir durum, Kutsal Kitap’ta tesadüf yoktur! Zaten Kierkegaard’ın da bütün çabası, bu hikâyeyi Kutsal Kitap’taki bağlamından çıkarıp gündelik hayat çerçevesinde düşündüğümüzde, böylesine korkunç bir durumla baş ederken sevgi ve korkunun ilişkisini incelemek. Bu arada söylemeden geçmeyeyim: İlk bakışta kupkuru bulduğum bu on üç cümlenin neden bu şekilde yazıldığını daha sonra idrak edebildim: Çünkü bu on üç-cümle dünyanın en çok yorumlanan on üç-cümlesinden biriydi ve bunca yorumu kaldırabilmesinin tek koşulu ise kupkuru ifade edilmiş olmasıydı! ‘İnsanlığın en büyük hikâyesi’, tüm insanlığın yorumuna açıktı ne de olsa...

Hikâyenin dört farklı versiyonu

Korku ve Titreme, Avraam ve Yitshak’ın on üç cümlede anlatılan hikâyesinde ne gibi duyguların yaşanmış olabileceğini anlatmak için hikâyenin dört farklı versiyonunu kurar. İlkinde, Avraam şefkati bir baba gibi Yitshak’ı dağa çıkarır ama vardıklarında gaddarca, “Aptal çocuk, ben senin baban değilim” der. Yitshak bunun üzerine gerçek babası olan Tanrı’ya sığınır. Bunu yaparken Avraam’ın amacı, Yitshak’ın kendisinden vazgeçip Tanrı’ya daha çok bağlanmasını sağlamaktır. İkinci versiyonda, Avraam tam hançeri Yitshak’a saplamak üzereyken Tanrı kurbanlık koçu gönderir. Koç kurban edilir ve Avraam ile Yitshak sessizce eve dönerler. Fakat bu olaydan sonra Avraam bir daha hiç mutlu olamaz. Tanrı’nın bu sınavını asla unutamaz ve Tanrı’ya olan inancını yitirir. Çünkü hançeri kaldırdığı an zaten oğlunu öldürdüğü andır. Kendisinden böyle bir şey isteyen bir Tanrı ancak onu terk etmiş bir Tanrı olmalıdır diye düşünür Avraam. Üçüncü versiyonda, Avraam Tanrı’nın sınavını kabul eder ama bir yandan da biricik oğlunu öldürmeye razı geldiği ve babalık görevine ihanet ettiği için Tanrı’ya bu ‘günahını’ bağışlaması için yakarır. Avraam’ın inancı  hâlâ her şeye rağmen sapasağlamdır. Dördüncü versiyon ise Yitshak’a odaklanır. Yitshak babasının acısını hisseder ama yine de onun hiç duraksamadan hançeri kaldırdığına şahit olur. Yitshak o an babasının inancının sağlamlığı karşısında kendi inancını yitirir. Küçük bir çocuk için, babasının Tanrı’yı kendisinden daha çok sevdiğini ve Tanrı isterse onu öldürebileceğini fark etmek büyük bir travmadır hiç kuşkusuz.

Tanrı’nın çağrısıyla kendisini böylesine dehşet bir durumda bulan Avraam’ın neler hissetmiş olabileceğine biraz daha yaklaştırır bizi bu senaryolar, ama yine de soru hâlâ aynıdır: Avraam’ı nasıl anlayabiliriz? Avraam’ın bir asır sonra sahip olduğu, canından bile çok sevdiği oğlunu öldürmek üzere hançerini kaldırmasına sebep olan inancını nasıl anlayabiliriz? Kierkegaard bu sorulara, kurgusal bir şair olan Johannes de Silentio takma adıyla cevap verir: Anlayamayız! Sessizliğin şairi bize, söze dökülemeyen, dil yoluyla kavranamayacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyler.

Avraam’ın yaptığı üzerine düşünmek aklı ve anlama yetisini felce uğratır, çünkü aklın ve anlama yetisinin sınırlarını aşan bir şey devrededir burada: İnanç! Evrensel etik kuralları bir anda geçersiz kılan, onları yıkan bir durum söz konusudur. Bir babanın oğlunu öldürmeye razı gelmesini hiçbir etik yaklaşım açıklayamaz. Bu, en temel etik yasa olan ‘Öldürmeyeceksin’ ile çelişir ve etik açıdan hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. Avraam’ın yaptığı, Agamemnon ya da Yiftah gibi ‘trajik kahramanların’ yaptığına benzer bir seçim değildir. Trajik kahraman hala etik çerçevenin içindedir, iki etik sorumluluk arasında sıkışmıştır. İki evrensel kural arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı için yaşadığı bir gerginliktir onun trajedisine sebep. Örneğin, halkını kurtarmak için öz kızını kurban etmek zorunda kalmak gibi. Trajik kahraman için üzülürüz, onun sıkışmışlığını anlayabiliriz, akıl yoluyla açıklayabiliriz. Fakat Avraam’ın durumunda etiğin açıklayamadığı, yetersiz kaldığı bir şey vardır: Avraam içindeki inanç uğruna oğlunu feda etmeye hazırlanır. Yani etik varoluş evresinden, dinsel evreye bir sıçrama yapar.

İnanç sıçramaları

Kierkegaard, De Silentio’nun ağzından iki tür inanç hareketi olduğunu anlatır. İlk sıçramayı gerçekleştiremeyen ikincisini yapamaz. İlk sıçrama, arzu ettiği şeyden bu gerçeklik dünyasında tamamen vazgeçmeyi gerektirir. Fakat bunun kazanımı, kişinin o şeyi kendi içselliğinde sonsuza kadar yaşatabilmesidir. Kişi bu dünyadan çekilir ama sonsuzlukta yaşamaya devam eder. Çok da yabancı olmayan bir örnekle anlatalım durumu: Karşılıksız bir aşk ilişkisi düşünün; fakir bir köylü bir prensese âşık olsun mesela. Asla gerçekliğe kavuşamayacak bir aşktır bu. Köylü aşkından vazgeçemez, bu aşka teslim olur, onun içinde boğulmaya razıdır. Bu uğurda her şeyi feda edecek cesarete sahiptir ve bu sayede inanç sıçramasını yapar: Kendisini bu dünyadaki diğer tüm imkânlara, diğer tüm aşklara, tüm kadınlara kapatır. İçinde yaşatır prensese duyduğu aşkı. Onu kendi içsel dünyasında elde eder. Bu dünyadan geri çekilir, tüm umutlarını da çeker. Bu dünyadaki imkânsızlığı reddeder ve kazandığı ideal ve sonsuz bir aşktır. Bu inanç sıçramasını gerçekleştiren kişi huzura da erer. Çünkü ne olursa olsun prensesi sevmeye devam eder. Prensesin bu dünyada ne yaptığı, kiminle olduğu onu hiç ilgilendirmez artık, çünkü o ideal dünyaya taşınmıştır artık.

İkinci inanç sıçraması ise birincisinden daha büyük bir cesaret gerektirir ve ancak birinci sıçramadan sonra mümkün hale gelir. Prensese duyulan aşk örneğinden devam edersek, bu aşamada köylüye bir umut eşlik eder hep. Bir yanıyla prensesten sonsuza kadar vazgeçmiştir ama bir yanıyla da, ‘saçma’ bile olsa, prensesi bu dünyada kazanabileceğine inanır. Yani önce imkânsızlıkla yüzleşir, sonra da saçma bile olsa imkânsızın gerçekleşebileceğine inanır. Bu inanç sıçramasında, sığındığı edebi ideal dünyadan bir eliyle gerçeklik dünyasına uzanma hareketi vardır. Bu umudu tetikleyen nedir, bu ise asla dile getirilemez.

Şimdi Avraam’ın hikâyesine dönelim tekrar ve onun bu inanç sıçramasını nasıl yaptığına bakalım. Avraam çok inançlı ve Tanrı korkusu olan bir insan. Aynı zamanda oğlunu çok seven bir baba. Ancak böyle bir insan Tanrı’nın bu dehşet sınavına tabi tutulabilirdi zaten. Avraam, Tanrı ona seslendiği an, Tanrı’nın ondan ne isteyeceğini hiç düşünmeden, sorgulamadan, hemen onun çağrısının sorumluluğunu üstlenir. Zaten Tanrı sizi çağırıyorsa, duymazlıktan gelme gibi bir şansınız olduğunu sanmıyorum! Ve hemen ardından Tanrı’nın isteğiyle yüzleşir Avraam, korku ve titremeyle... Oğlunu feda etmeye hazır olması yetmez, bu işi yapacak olan da yine kendisidir. Neden Tanrı kendisi gelip almaz Yitshak’ı da bu işi Avraam’a yaptırmak ister? İşin dehşetini yavaş yavaş daha iyi idrak ediyor insan değil mi? Ayrıca, Tanrı Avraam’dan dünyada en sevdiği şeyi kurban etmesini istemektedir. Gerçek sınav, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar. Üstelik Yitshak, soyun devamını da simgelemektedir. Yani Tanrı Avraam’dan tek oğlunu değil, gelecek nesillerdeki oğullarını, tüm soyunu da kurban etmesini ister. Kutsal Kitap’taki on üç cümle, tüm bunlar olup biterken Avraam’ın hissettiği korkuyu bize hiç belli etmez. Dağa çıkarlar. Avraam oğlunu öldürmek üzere hançeri kaldırır, gözlerinde keder, kalbinde acı ve tüm varoluşunu titreten bir korku vardır bedeninde. Şimdi bir anlığına donduralım sahneyi: Avraam oğlunu dağa çıkardığında ilk inanç sıçramasını yaptı zaten ve oğlundan vazgeçti, onu kurban etmeye razı oldu. Fakat bununla kalmadı, Avraam ikinci sıçramayı da gerçekleştirdi. Zaten bu sayede hançeri havaya kaldıracak gücü bulabildi. Avraam, ‘saçma bile olsa’ hâlâ oğlunu geri alabileceğine inanıyordu; çünkü Tanrı için her şey mümkündü. Avraam tüm etik kuralları hiç saydı ve Yitshak’a kavuşacağına inanarak dinsel evreye sıçradı... Şimdi devam etsin sahne: Avraam bir yandan bu dünyada her şeyi kaybettiğine inanıyor, bir yandan da bunların hepsinin ona yeniden geri döneceğine inanıyordu. Ve saçma olan gerçekleşti: Tanrı tam o anda (ne erken ne de geç, tam gerektiği anda) ona kurbanlık bir koç gönderdi... Yitshak’ı ikinci kez armağan etti Avraam’a... Bu uçurumdan ancak Avraam gibi inançlı insanlar atlayabilir Kierkegaard’a göre... Saçma olana inanmak her baba yiğidin harcı değildir, kendinizi bir anda yere çakılmış bulmanız da imkânlar dâhilinde ne de olsa...

Kara Şövalye Yükseliyor ve Regine Olsen

Şu son Batman filminde Kierkegaard’ın bahsettiği inanç sıçramasına örnek olabilecek çok güzel bir sahne var. Bruce Wayne’in, nam-ı diğer Batman’in, hapsedildiği derin çukurdan kurtulabilmesi için uçurumdan atlaması gerekiyor. Ama o bir türlü başaramıyor bunu. Derken, hücre komşusu kör bir bilge, ona yeterince korkmadığını, oysa bu sıçramayı yapabilmek için ölümden korkmak gerektiğini söylüyor. Korku olmadan cesaret olmaz, cesaret olmadan da inanç sıçraması gerçekleştirilemez. Ölümden korkmayı öğrenen Bruce Wayne sıçramayı gerçekleştirir ve kurtulur. İnanç korkuyu gerektirir. Bizi umuda yönelten, saçmaya inandıran şey, bizi iliklerimize kadar zangır zangır titreten korkudur. İnanca adanmış bir hayat kolay bir hayat değildir. Kierkegaard tam da bunu göstermek için bize Avraam’ın dehşet hikâyesini anlatır. Regine Olsen’le nişanını neden bozduğunu anlatmak için de bir vesiledir sanki bu... Kendisini etik hayatın yükümlülüklerini (iyi bir koca, iyi bir baba olma vs) aşan bir yola adadığını düşünür Kierkegaard. Oysa yanıldığının kendisi de farkındadır. 1843’te (Regine’den ayrıldıktan iki sene sonra, Korku ve Titreme’nin yayınlandığı sene) günlüğüne şunları yazmıştır: “Eğer gerçekten inancım olsaydı, Regine’le kalırdım...” Belki de Kierkegaard, Regine konusunda Batman kadar ileri gidememiş, ikinci sıçramayı gerçekleştirememiştir...