Bir festival geride kaldı

65. Cannes Film Festivali’nin ödül listesine giremeyen ilginç filmleri

Viktor APALAÇİ Sanat
9 Temmuz 2012 Pazartesi

Cannes’da on iki gün boyunca, titiz bir seçki ile, yılın önemli sinema ürünlerinin yarısını görmek mümkün. Ben çok zorlanıp fazla film izleyemedim, ancak yazılarımda yılın sinema olaylarına damgasını vuracak filmlere yer vermeye çalıştım. 90’ında üretkenliğini sürdüren Alain Resnais’nin “Daha Hiçbir Şey Görmediniz”i bunlardan biri. Yarışmanın iki Güney Kore filminin biri iyi, diğeri kötü. Festivalin perde arkası olaylarını yine “Cannes Notları”nda okuyacaksınız.

Önümüzdeki sinema sezonunda ilgimizi çekecek filmler Cannes Film Festivalinde görüceye çıktı. Ödüllü filmlerden sonra, son iki yazımızda yer verdiğimiz, ödül listesine giremeyen filmler listesini bu yazıda tamamlıyoruz.

RESNAİS USTAYA SAYGI DURUŞU

Fransız sinemasının veteran yönetmeni, Yeni Dalga akımımının kuramcılarından Alain Resnais’yi, 90’ında üretkenliğini sürdürdüğünü görmek sevindirici. 65. Festivale “Daha Hiçbir Şey Görmediniz / Vous N’Avez Encore Rien Vu” ile katıldı. Bu zarif, ketum, asil sinema adamını görmek heyecan vericiydi.

Katıldığı yedi Cannes Film Festivalinde hiç Altın Palmiye kazanamamış ünlü yönetmen, “Les Herbes Folles” ile yarıştığı 2009 Festivalinin, John Boorman başkanlığındaki jürisi, kariyerinin tümünü özel bir ödül ile taçlandırmıştı.

1980’de Amerika’da “Amcam / Mon Oncle D’Amérique” ile Jüri Ödülü kazanmış Alain Resnais, bu yılki filminde Jean Anouilh’un “Eurydice”ini serbest bir varyasyonu ile yorumluyor.

Alain Resnais’nin Laurent Herbiet ile müştereken yazdığı senaryo ünlü yönetmenin fetiş oyuncularını bir araya getiriyor. Filmin jenerik yazılarıyla birlikte ünlü bir avukatın, “Euridyce”i oynayan tüm oyuncuları tek tek arayarak, yazarın ölümünü bildirmesini ve vasiyetinin icabı herkesin yazarın son yıllarını yaşadığı bir şatoya davet edilmelerini izliyoruz.

Kadınlı, erkekli, genç-yaşlı tiyatro oyuncularından oluşan kalabalık bir grup, yazarın ölümünden önce kaydettiği bir video kaydından, genç bir tiyatro grubunun sahneye koyduğu “Eurydice” oyununu izliyor, yazarın deneyimli oyuncularından, bu güncel tiyatro olayını yorumlama talebine cevap vermeye çalışıyorlar.

Değişik tarihlerde bu oyunda rol almış oyuncular ezberlerinde kalmış, Yunan mitolojisindeki Orphée’nin eşi Eurydice’in öyküsünü, videoya kaydedilmiş genç oyuncuları ile birlikte seslendiriyorlar. Aynı diyaloglarını iki kez tekrarlanması filmi izleyenler için yorucu oluyor, filme alınmış tiyatro konseptli bu film dört duvar arasında geçtiği için, statik planlarıyla cazibesini kaybediyor.

Alain Resnais, fetiş oyuncularını bir araya getirmedeki amacı, hayat, aşk, tutku, sinema ve tiyatro üzerine bir bilanço çıkarmayı hedeflemesi. Michael Piccoli gibi bir efsaneyi, Pierre Arditi, Sabine Azema, Anny Duperey, Anne Consigny gibi yıllanmış şarap tadındaki deneyimli ustaları, Lambert Wilson, Denis Podalydes gibi orta kuşak oyuncuları, Mathieu Amalric, Hippolyte Girardot gibi günümüzün şöhretlerini aynı filmde bir araya getirmek, sinefillere müthiş bir görsel şölen sunuyor.

Geçen yıl Nanni Moretti’nin “Habemus Papam”ında harikalar yaratan Michel Piccoli’yi ilerlemiş yaşında bir kez daha izlemek keyif veriyorsa da, gençliğinde nefes kesen güzelliğini anımsadığımız Anny Duperey’ye yılların acımasız davrandığını görmek içimizi acıtıyor.

Alain Resnais finaldeki müthiş sürprizi ile izleyicisi “biz daha ölmedik, sizleri şaşırtmayı sürdüreceğim” diyor.

BİR İRAN, İKİ KORE FİLMİ

İran sinemasının yüz akı Abbas Kiarostami, dört kez yarıştığı Cannes’da 1997’de “Kirazın Tadı” ile Altın Palmiye Ödülü kazanmıştı. İki yıl önce Juliette Binoche’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü getiren “Copie Conforme” ile, Toskana’da geçen konusuyla, İran dışında film çevirme arzusunu dile getirmişti. 72 yaşındaki usta, bu yıl Cannes’da yarışan “Aşk Biri Gibi / Like Someone in Love” ile Japonya’ya taşınıyor. Konusu Tokyo’da geçen, teknik kadrosu ve oyuncuları Japon olan bir İran filmi izlemek ilginç olacak diye düşündük, ancak Kiarostami’nin bir hayli formdan düştüğünü görmekle düş kırıklığına uğradık.

Eğitim masraflarını karşılamak için part time fahişelik yapan genç, çekici, seksapelli bir üniversite öğrencisiyle, görmüş geçirmiş, saygın, dul bir profesörü bir araya getiren film, ortaya koyduğu sorunlara cevap vermeyen zayıf bir final ile noktalanıp Kiarostami hayranlarını düş kırıklığına uğratıyor.

Ananelerine sıkı sıkıya bağlı, parlak geçmişinin hatıralarıyla, emeklilik hayatının monotonluğuyla boğuşan dul profesör, mükellef bir sofra donattığı evinde, genç kız ile sohbet ederek yalnızlığını unutmayı amaçlamaktadır.

Oysa, bu tip davetlerde doğru yatağa yönelmeye alışık genç kız yatakta beklediği partneri gelmeyince uyuya kalır. Kıskanç nişanlısının olması, yaşlı adamı zor duruma sokar. Film, 24 saatte yaşanan olayların üç kahramanının hayatlarını değiştirmesini anlatıyor.

Yarışmadaki iki Güney Kore filminin, benzer soyadlı iki yönetmeninden İm Sang-soo“Paranın Tadı / Taste of Money” ile damaklarda bal tadı bırakırken, Hong Sangsoo“Başka Bir Ülkede / In Another Country” ile Cannes’ın en sönük yarışmacılarından biri oluyordu.

Başroldeki İsabelle Huppert’in varlığına rağmen, “Başka Bir Ülkeyi” ziyaret eden Fransız kadın yönetmenin öyküsü bizlere baygınlıklar geçirtti. Bu son derece iddialı yönetmenin, son iki yılda boy gösterdiği “Belirli Bir Bakış” bölümünden festivalin ana yarışma bölümüne terfi etmesine anlam veremiyorum.

İki yıl önce “Hizmetçi / The Housemaid” ile Cannes’da yarışan ve hayranlığımızı kazanan İm Sang-soo, yine burjuvaziyi hedef tahtasına oturttuğu “Paranın Tadı / Taste of Money” ile yeteneğini kanıtlıyor.

Ülkesinin toplumsal sorunlarına eğilmekle ünlenen 50 yaşındaki yönetmen bu kez oklarını Güney Kore endüstrisinde söz sahibi, servetinin menşei karanlık, güçlü bir aileye çeviriyor. Endüstri devi bir imparatorluğun kurucusu yatalak yaşlı bir adamın ihtiraslı kızı, kadın düşkünü kocasını intihara sürükleyip, işletmesini demir pençesiyle yönetmektedir. Hedefe ulaşmada, hile, riya, rüşvet dahil bütün yollara başvuran Makyavelist kadın, onu dehşet içinde izleyen yetişkin oğlu ve kızına rağmen bildiği yoldan şaşmaz. Sadık uşağı Youngjak kendisini konforlu bir hayata götürecek basamakları hızla çıkmayı hedefleyen ihtiraslı bir gençtir.

Yakışıklı Youngjak’ın yaşlı ve çirkin patronuyla sekse zorlanması, evin geç kızının kendisine aşık olması durumunu zora sokar. Güçlü holdinglerin karıştığı karanlık işlerin, paranın gücünün toplumun değer ölçülerini yerle bir etmesini, ilginç buluşlar eşliğinde anlatan film, baştan sona hiç düşmeyen bir tempoda anlatıyor.

Filmin senaryosunu da yazan Im Sang-soo, herkesi tatmin eden mükemmel bir final ile filmini noktalıyor.

CANNES NOTLARI

1966’dan bu yana izlediğim Cannes Film Festivalinin ilk yıllarında her yere yetişmeye çalışırdım. Sabahın 8.30’undan gece yarısına, 4-5 filmi sığdırmak, basın konferanslarını kaçırmamak, ünlü yıldızların fotoğraflarını çekmek, plajlarda çıplak poz veren starletlerin resimlerini çeken foto muhabirlerine katılmak, kokteyl ve yemek davetlerinde boy göstermek, festivale davet edilen ünlü şarkıcıların konserlerine davetiye bulmak için koşuşturmak, Cannes Belediye Başkanının basın için tertiplediği geleneksel ziyafette, jüri üyeleriyle sinemanın ünlülerinin poz poz fotoğraflarını çekmek, her sabah özel dolabımıza konan sayısız dokümantasyondan yararlanmak, gündelik festival dergilerini ve bültenlerini takip etmek, gazetelere bir göz atmak belki yorucu uğraşlardı. Ancak verdikleri tatmin duygusu, “festivalin tadı ancak böyle çıkar” dedirten, keyifli aktivitelerdi.

Son iki festivalde, günlük film izleme kontenjanı ikiye (hadi bilemedin üçe) düşünce, kaçırılan basın konferanslarında idol yönetmenlerin açıklamalarını gazetede okumakla yetinince, Cannes’a gelen ünlü yıldızların ancak yüzde 10’unu görebilmeme üzülmeyince, ihtiyarladığımı hükmettim. Geçen yıl Cannes’da prömiyeri yapılan “Türk Pasaportu”nu kaçırmış, bu yıl Kısa Metraj Altın Palmiye Ödülünü kazanan Türk filmi “Sessiz”i ıskalamıştım. Benimle aynı durumda olan, “Seneye artık Cannes’a gelmeyeceğim” diyen Atilla Dorsay’ın, “Artık kaçırdığım filmlere üzülmüyorum” diyen Mehmet Basutçu’nun benimle benzer duyguları yaşadıklarını görmekten teselli buluyorum.

Fransız sinemasının lanetli harika çocuğu Leos Caras sekiz yıllık bir suskunluk döneminden sonra yaptığı “Holy Motors / Aziz Motorlar” ile Cannes’a çok iddialı geldi. Fetiş oyuncusu Denis Levant, yaşayan efsane Michel Paccoli, Eva Mendes, Kyllie Minogue, Edith Scob gibi prestijli oyuncu kadrosuyla da iddialı olan film, bizleri gizemli Monsieur Oscar’ın görkemli limuzini içinde yaptığı Paris yolculuklarına götürüyor. Oscar saygın bir aile reisi mi, dilenci mi, kiralık katil mi, güçlü bir iş adamı mı, anlamak mümkün değil. Belki de bütün bu rolleri oynayan, misyonu belirsiz, insanüstü bir deha. Kendini dünyanın 8. harikası sanan bu kibirli yönetmeni hiç sevmedim. Ama bu, kendisinin “Köprü Aşıkları / Les Amants d Pont Neuf” başyapıtının yaratıcısı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.