Bu hafta ağımıza takılanlar

Türkiye Hamas’a yaptırım uygulayan tek ülkenin İsrail olmadığı gerçeğini unutuyor. Filo düzenlediğimizde dahi Refah kapısının Mısır tarafından kapatılmış olduğunu hatırlamak istemiyoruz. El Fetih’in Hamas ile kavgalı olduğunu, Gazze’ye uygulanan ambargoyu desteklediğini görmezden geliyoruz. İsrail’i sevmek zorunda değiliz. Ama bu ülke ile olan ilişkilerimizi normalleştirmek zorundayız. Gerilimin getirisi artık doyum noktasına ulaştı. Bundan sonrası Türkiye’ye zarar verecek. MENSUR AKGÜN

İzak BARON Diğer
4 Haziran 2012 Pazartesi

 

“SİZ BİR YAHUDİ’SİNİZ. TÜRKİYE’DEKİ SON GELİŞMELER BİR YAHUDİ OLARAK YAŞAMINIZI ETKİLEDİ Mİ?”

 ‘Ben bir Türk vatandaşıyım ve buraya bayrağımızı gururla temsil etmeye geldim’

BAKÜ’den geliyor bu ses...

Eurovision Şarkı Yarışması’ndan.

Ama bu bir şarkı değil.

Bu bir nota değil.

Can Bonomo...

Ruhumuzun susadığı en güzel “beste”yi söylüyor.

Diyor ki...

“Bayrağımızı gururla temsil etmeye geldim!”

Peki bu cevap niye geliyor?

Çünkü arkası var...

Anlatayım...

Bonomo Crystal Hall’deki son provadan sonra 18 Mayıs günü bir basın toplantısı düzenliyor.

Ve gazetecilerden birisi soruyor:

“Siz bir Yahudi’siniz. Türkiye’deki son gelişmeler bir Yahudi olarak yaşamınızı etkiledi mi?”

Sorunun gelişi belli.

Nedeni belli…

Amacı zaten belli...

En azından Türkiye ile İsrail arasındaki yüksek gerilim nedeniyle de zaten ters bir cevap bekleniyor.

Can duruyor. Gazetecinin gözlerinin içine bakarak şöyle diyor:

“Yaşantımı herhangi bir şekilde asla etkilemedi. Ben bir Türk sanatçısıyım. Türkiye’yi temsil etmek üzere buradayım. Kendi bayrağımı, Türk bayrağını gururla taşıyacağım”.

Bu cevabı Anadolu Ajansı’nda görünce durdum. Bir daha okudum.

Ertesi gün 19 Mayıs’tı. Ay-yıldızlı bayrağın doğum günü yani.

Bekledim.

Ve şimdi diyorum ki...

“Sana da bu yakışırdı Can...”

Fatih Çekirge

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20601967.asp?yazarid=174&gid=61&hid=20602100

 

EĞER WASHİNGTON’DA OBAMA YERİNE ‘ÇILGIN BİR CUMHURİYETÇİ’ OLSAYDI İSRAİL TÜRKİYE’YE DAHA ÖLÜMCÜL DARBELER VURABİLİRDİ

Türkiye-İsrail dengesinde ABD seçimleri çok önemli bir belirleyici unsur. Eğer Washington’da Obama yerine ‘çılgın bir Cumhuriyetçi’ olsaydı İsrail Türkiye’ye daha ölümcül darbeler vurabilirdi. Bu seçimde İsrail sağı Cumhuriyetçiler ile birlikte hareket ediyor, Obama’ya karşı her türlü karşı hamleyi yapıyorlar. Türkiye de bunun farkında ve O da Obama’nın kazanabilmesi için elinden geleni yapıyor.

En son Wall Street Journal gazetesinde çıkan Uludere haberini ve benzeri hamleleri bu çerçevede okumak gerekiyor. İsrail sağına yakınlığı ile bilinen gazete İsrail’in Washington oyunlarında üzerine düşen rolü oynamış görünüyor.

Anlayacağınız bölgemizde pek çok gelişme Obama’nın yeniden seçilmesine bağlı. Ve denebilir ki Obama sadece Demokratların değil, bizim de adayımız görünüyor...

Sedat Laçiner

http://www.stargazete.com/yazar/sedat-laciner/politika/israilin-akdeniz-hayalleri/yazi-582576

 

TEL AVİV HALA SERBEST VE LİBERAL BİR HAYAT SÜRÜYOR AMA KUDÜS BÖYLE DEĞİL

İsrail pek çok bakımdan askeri bir toplum, geçmişe göre daha az ama hala öyle. Son dönemdeki toplumsal protestolar, İsrail'de bir sivil toplumun geliştiğini gösterdi, ancak ordu ve güvenlik yapılanması hala çok kuvvetli ve toplumu etkiliyor. Sayıları geçmişe göre azalsa da hala birçok general politikaya giriyor.

Devlet ile dini yapılanma arasında hiçbir ayrım yok. Ortodoks yapılanma giderek güçleniyor ve pek çok alanda dini kısıtlamalar hissedilir hale geliyor. Tel Aviv hala serbest ve liberal bir hayat sürüyor ama Kudüs böyle deği.

İsrail'de tam bir ifade özgürlüğüm var, herhangi bir baskı altında değilim. Pek çok defa tehdit aldım, ancak bunlar hep bireylerden gelen tehditlerdi.

Gideon Levy

http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/05/22/israil-askeri-bir-toplum

 

YAHUDİLİK İLE İŞLENEN SUÇ ARASINDA BÖYLE BİR BAĞ KURMAK, EN AZINDAN YAHUDİ VATANDAŞLARIMIZA KARŞI BİR SAYGISIZLIK OLARAK DEĞERLENDİRİLMELİDİR

İSTANBUL Cumhuriyet Savcılığı, Mavi Marmara gemisine yapılan İsrail operasyonunda hayatını kaybeden vatandaşlarımız ile ilgili olarak iddianameyi hazırlamış. Sabah’ta İbrahim Ayral’ın haberine göre dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı ve üç komutan için 10 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.

Uluslararası hukuk açısından bir sonuç doğurmayacak dava bu. Ne İsrailli komutanlar yargılanmak için Türkiye’ye gelecekler, ne de Türkiye’nin elinde böyle bir mahkûmiyetten sonra o komutanları hapse tıkma olanağı var.

Bu olsa olsa “yürek soğutmak” için açılacak bir dava olabilir ama ölenleri geri getirmeyeceği gibi katliamın sorumlularını da cezalandırmaya yetmez. Habere göre savcılığın iddianamesinde bir de “tarih bölümü” var. 1492’de İspanyol Engizisyonunun sürgün ettiği Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu tarafından kabul edilmesiyle başlıyor, Hitler’in elinden Türk pasaportuyla kurtarılan Yahudilere kadar geliyor. İsrail’in varlığını Türkiye’ye borçlu olduğu iddia ediliyor.

Bunun konu ile nasıl bir ilgisi olduğunu anlayamadığımı söylemeliyim.

Tarihimizde bunlar yaşanmamış olsaydı, bu durum işlenen suçun ağırlığını değiştirir miydi? Kuşkusuz ki hayır, değiştirmezdi. Silahsız insanları askeri bir operasyon ile öldürmenin ne tarihi ne de güncel bir mazereti olabilir çünkü.

Öte yandan Osmanlı’nın ve Türkiye’nin zulümden kaçan Yahudilere kucak açması, bu suçun ağırlığını da arttıran bir durum değildir.

Çünkü zaten suçu işleyenler genel olarak Yahudiler değil, o dönemde İsrail devletinde orduya ve siyasete hâkim olan insanlardır. Yahudilik ile işlenen suç arasında böyle bir bağ kurmak, en azından Yahudi vatandaşlarımıza karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilmelidir.

Suç, Yahudi olmak ile ilgili değildir, İsrailli bazı komutanların ve siyasetçilerin işlediği bir suçtur.

Savcılığın iddianameyi yazarken antisemitik düşünceler ile hareket etmediğine inanmak isterim.

Mehmet Y.Yılmaz

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20616697.asp

 

 “MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI, YAHUDİLER NEDEN İLERİ GİTTİ”

İnternette mail zincirlerinde dolaşan bir metin var. Dinlere göre kalkınmışlık oranları. Esas olarak “Müslümanlar neden geri kaldı, Yahudiler neden ileri gitti?” sorusunu soran bu metni kaleme alan kişi -ve onun görüşlerini ciddiye alıp tanıdıkları tanımadıkları herkese ulaştırmaya çalışan kişiler- diyor ki: Dünyadaki Yahudi nüfusu 14 milyon, Müslüman nüfusu ise 1,4 milyar. Yani her yüz Müslüman’a bir Yahudi düşüyor. Buna mukabil tanınmış mucitler, sanatçılar, düşünürler işadamları hep Yahudi. Bilinen örnekler sıralanıyor sonra. Oscar alan Yahudi oyuncular, Nobel kazanan Yahudi bilim adamları vs... Oysa bu listelerde bir tane bile Müslüman yok. Uzun lafın kısası günümüz uygarlığı içinde Yahudilerin müstesna bir yeri var, Müslümanların ise iğrapta mahalli yok.

Peki, neden böyle? Bahsettiğimiz metni hazırlayan kişi bunun cevabını “eğitim” diye veriyor. Ama çizilen tabloya bakarsanız bunun pek de eğitimin sonucu olmadığını, işin içinde genetik faktörlerin de yer alması gerektiğini düşünüyorsunuz ister istemez. Yahudileri dünyayı yöneten karanlık gücün sahipleri ve aynı zamanda Müslüman dünyanın geri kalmasına yol açan bir dizi komploların da müsebbibi olarak görüyorsunuz.

İnternette dolaşan metinleri ciddiye alıp hakkında yazı yazmak pek âdetim değil. Ama aslında bizim toplumumuzda, hatta aydınlar arasında kabul gören, yaygın bir yanılgının işaretleri var burada... Evet, bugünkü dünyada bilim, sanat, ekonomi alanında Müslümanlar’dan çok Yahudilerin adı anılıyor. Ama bu durum ne Müslümanlık’tan ne de Yahudilik’ten kaynaklanıyor. Bugünkü Avrupa halklarının ortaçağda uygarlık bakımından Müslümanların çok gerisinde bulunmaları da onların Hıristiyanlığından kaynaklanan bir durum değildi.

Çağdaş burjuva batı uygarlığı esas itibarıyla tarihin belirli bir döneminde Avrupa’nın batı bölgelerinde ortaya çıkan ekonomi modeli ve dünya anlayışı tarafından şekillendirilen bir sistemdir. Öncelikle Avrupa’nın batısındaki ülkelerde geliştiği için yine bu ülkelerde yaşayan insanlar üzerinde etkili olmuş ve bu insanların katkılarıyla şekillenmiş ve yaygınlaşmıştır. Yahudi filozoflar, Yahudi bilginler vs buradaki genel gelişmenin ürünleridir.

İbrahim Kiras

http://www.stargazete.com/yazar/ibrahim-kiras/politika/yahudi-zekasi/yazi-585337

 

ANNEM KATOLİK'Tİ, BABAM MÜSLÜMAN, KOCAM MUSEVİ...

Filistin ve İsrail liderleriyle de görüştüm.

İkisi de barışa ulaşmak için diğer tarafın öyküsünün anlaşılması gerektiğini ama aynı zamanda bunun karşı tarafın her isteğinin kabul edilmesi anlamına gelmediğini de söylüyorlardı.

Annem Katolik'ti, babam Müslüman, kocam Musevi... Dünyanın en zor bölgesinde tamamen çok kültürlü, çok etnik kökenli ve çok dinli bir çevrede yaşadım.

İlk elden biliyorum ki farklılıkları köprü yapabilirsiniz. Buradaki ince nokta herhangi bir ilişkide marjinalleri minimize etmek ve duyarlı merkezi bir araya getirmektir.

Christiane Amanpour

http://gundem.bugun.com.tr/anne-katolik-baba-musluman-koca-musevi-193373-makalesi.aspx

 

BAŞBAKAN BU CÜMLESİNİ “... ERMENİ’SİYLE, MUSEVİ’SİYLE, RUM’UYLA” DİYE TAMAMLAR VE MEDYA BU CÜMLEYİ BÖYLE KULLANIRSA, ZAMAN İÇİNDE TOPLUMDAKİ GAYRIMÜSLİM ALGISINDA ÖNEMLİ DEĞİŞİKLİKLER BEKLEYEBİLİRİZ

Türkiye’nin “normal” bir medyası olsaydı, ülkedeki İslamiyet dışı inanç gruplarının tarihten kaynaklanan ve günümüzde de devam eden sorunlarını ülkeyi yönetenlere duyurmak için gayret sarf eder, mikrofonlarını onlara uzatır, ekranlarını onlara açardı.

Tablonun böyle olmadığını biliyoruz. Çünkü Türkiye’de medya, “demokratik normal”ler içinde davranmıyor. Yani toplumsal talepleri “devlet”e duyurmak için “media”lık (ortam) yapmıyor. Tam tersine, devletin toplumdan taleplerinin aracısı olarak görev yapıyor. Bunun için gerekirse toplumu korkutarak toplumu devletin arzu ettiği kıvama getirmek için gayret sarf ediyor. Bu hâliyle Türkiye’de medya ayakları üstünde durmuyor, başaşağı duruyor.

Türkiye’de bütün algıların belirleyicisi olan devlet (“bütün” kelimesini, biraz abartıyı ve indirgemeciliği göze alarak kullanıyorum), medyadaki gayrımüslim algısının da temel belirleyicisi durumunda... Medya, esasen devlette pişirilen gayrımüslim algısının toplumsal algı haline dönüştürülmesinde önemli bir rol oynuyor.

Bu bizi çok önemli bir noktaya getiriyor: İlişkinin yönü böyleyse, ki ben böyle olduğuna eminim, şu rahatlıkla söylenebilir: Medyada bu alanda ortaya çıkabilecek olumlu gelişmelerin ön koşulu, devletteki olumlu gelişmeler olacaktır.

Bu noktada sembolik önemi çok büyük bir örnek vereyim: Mesela Başbakan Erdoğan’ın çok sevdiği ve sık kullandığı “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” cümlesini izleyen ve “Kürt’üyle, Türk’üyle, Çerkes’iyle, Boşnak’ıyla...” diye giden cümlenin de yeniden formüle edilmesinde sayısız yararlar vardır. Başbakan bu cümlesini “... Ermeni’siyle, Musevi’siyle, Rum’uyla” diye tamamlar ve medya bu cümleyi böyle kullanırsa, zaman içinde toplumdaki gayrımüslim algısında önemli değişiklikler bekleyebiliriz.

Elbette ki sembolik adımlar yetmez. Geçmişteki büyük günahlarla yüzleşmek ve özür dilemek de gerekir.

Alper Görmüş

http://t24.com.tr/haber/devlette-ve-medyada-gayrimuslim-algisi/204616

 

KENDİ SİYASİ İKBALLERİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNMEYEN MUHTERİS POLİTİKACILARLA ONLARIN SÖYLEMLERİNİ TOPLUM NAZARINDA LEGALİZE EDEN DİN ADAMLARININ ELİNDE ADETA PİNGPONG TOPUNA DÖNEN İSRAİL HALKI İSE, HER GEÇEN GÜN CİNNETİN KIYISINA DAHA FAZLA YAKLAŞIYOR

Benyamin Netanyahu hükümeti, illegal mülteci sorunu için 2010 yılı sonunda üç aşamalı bir plan açıklamıştı: Mültecileri işe alanlara ağır cezalar, Mısır sınırına duvar örülmesi ve Negev'de illegal mültecilerin sınır dışı edilmek üzere toplanacakları 10 bin kişi kapasiteli bir 'toplama kampı'. Hükümet, bu üç aşamanın hiçbirini şimdiye kadar ciddi şekilde uygulayamadı.

Görünen o ki, Benyamin Netanyahu ve ortakları, içinden çıkamadıkları bir sorunun çözümünde çareyi halkın öfkesine sığınmakta buluyor. Halkın öfkesi sokaklara taştığında ve 'kontrol edilemez' bir hale geldiğinde, Afrikalıları daha kolay sepetleyebileceklerini düşünüyor olmalılar.

Oysa İsrail gibi zaten toplumsal katmanları arasında derin kin ve nefretlerin bulunduğu bir ülkede halk Afrikalı mültecilere karşı tahrik (kelimenin 'harekete geçirme' ve 'azdırma' anlamları birlikte) edilirse, iş kolaylıkla çığırında çıkabilir. Mesela hâlâ İsrail toplumunun birinci sınıf vatandaş olarak kabul etmediği Etiyopya Yahudileri ('Falaşalar') de hedef tahtasına konulabilir. Ondan sonra sıra 'düşük seviyedeki' diğer Yahudi sınıflarına gelebilir. Bu potansiyel, İsrail'de şu anda en yüksek seviyede mevcut.

Zaten Benyamin Netanyahu ve diğerlerinin kamuoyu önünde Afrikalılara yönelik olarak geliştirdikleri aşırı ve nefret aşılayıcı söylem, meselenin sadece kanundışı bir sorunla mücadele etmek olmadığını da düşündürüyor. Hükümet her ne kadar, halkın güvenliğine atıf yaparak mülteci düşmanlığını körüklese de, meselenin altında çok daha derin problemlerin yattığı neredeyse kesin. Nitekim bizzat Netanyahu, "Afrikalılar, İsrail'in 'Yahudi' kimliğini tehdit ediyor" diyerek, aslında devletin genetik kodlarında var olan ırkçı damarı da ifşa etmiş oldu geçtiğimiz günlerde.

Afrikalı mülteciler ve onlara reva görülenler, aslında İsrail toplumundaki 'sosyal harç'ın nasıl günden güne dağıldığını da ortaya koyuyor. İsrail, her geçen gün vatandaşlarının ortak bir ideal etrafında toplanma güdülerini daha fazla kaybettikleri bir devlet durumuna geliyor. Kendi siyasi ikballerinden başka bir şey düşünmeyen muhteris politikacılarla onların söylemlerini toplum nazarında legalize eden din adamlarının elinde adeta pingpong topuna dönen İsrail halkı ise, her geçen gün cinnetin kıyısına daha fazla yaklaşıyor.

Gelinen son nokta, Siyonist teorisyenlerin 1930'larda ve 40'larda kurduklarının tam tersini de ifade ediyor. Onlar, Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize ederken, buraları -Tevrat'tan alınma bir ifadeyle- "Süt ve bal ülkesi" olarak tarif etmişlerdi. Kurmayı düşledikleri toplum da buna göre huzur ve sükûn içinde yaşayacaktı. Tıpkı "İsrailoğulları'nın Tanrısı"nın vaat ettiği gibi.

Ancak İsrail'in kuruluşunun üzerinden geçen 64 yıldır bu topraklarda ne süt ve bal, ne de huzur ve sükûn var olabildi ne yazık ki…

Taha Kılınç

http://www.usasabah.com/Yazarlar/taha_kilinc/2012/05/24/sut-ve-bal-ulkesinden-kara-haberler

 

İSTESEK ÇOK MÜNAKAŞA KONUSU BULURUZ, ANCAK TÜRKİYE’YLE İSRAİL’İN AYNI STRATEJİK BAĞLAMA TÜMÜYLE CUK OTURMASINA KARŞI İLERİ SÜRECEK SAV BULMAKTA ZORLANIRIZ, HELE DE BU BÖLGEDE BU ZAMANDA...

İsrail Türkiye hakkında hata yaptı, Türkiye İsrail hakkında hata yaptı, fakat bölge de devir de değişti ve artık bunları aşma vakti geldi.

İsrail’le Türkiye’nin ortak çıkarları, dalaştıkları konulardan fazla. Bölgesel istikrar, İran’ın tecridi, terörle mücadele, Batı ve NATO’ya güçlü yönelim gibi konularda önemli ortak çıkarları var. Her ikisi de geçmişte askeri ilişkilerin faydasını gördü, Türklerin şu veya bu şekilde işbirliği olmasaydı, İsrail, Eylül 2007’de Suriye’nin nükleer reaktörünü bombalayamazdı.

O saldırı sırasında İsrail uçaklarının yakıt tanklarının Türkiye’de bulunması, Suriye’ye giderken nereden geçtiklerine dair şüpheye yer bırakmamıştı.

Birkaç ay öncesine dek Türkler, Batı ve İsrail’e karşı İran’la Suriye kartını rahatlıkla oynayabiliyordu. Ama şimdi Suriye alevler içinde, Esad omuzlarda yük, İranlılar savunmaya geçip geri çekildi ve Türkiye’nin stratejik tercihleri giderek sınırlı hale geldi. Artık Türklerin dahil olabileceği tek kamp var, o da İsrail’in de tümüyle aynı sebeplerden dahil olduğu Batı kampı.

Türkiye’nin iç doğası neyi istiyorsa onu benimsemeye hakkı var, tabii bunu demokratik davranış kuralları içinde yaptığı müddetçe... Türkiye’de laikliğin güvencesi olarak görülen orduda son dönemdeki temizlik hareketleri, Türkiye’nin iç işidir, tabii hukukun üstünlüğü korunduğu müddetçe... İsrail de kendini, Yahudi demokratik devleti olarak tanımlamaya çalışıyor. On yıllar sonra nerede olacağımızı kim bilebilir?

Türkiye’nin Gazze operasyonuyla ilgili İsrail’e kızmak için kendince sebepleri var. İsrail tanklarının Gazze sınırından geçmesinin arifesinde, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türklerin hayır duasıyla bu yıkımın ortaya çıkarıldığı izlenimi yaratabilirdi.

Lakin Türklerin Kürtleri hababam bombalaması ve utanç verici biçimde hâlâ çözülmeden kalan Ermeni soykırımının tanınması gibi meselelerde, İsrail çenesini kapalı tuttu.

İstesek çok münakaşa konusu buluruz, ancak Türkiye’yle İsrail’in aynı stratejik bağlama tümüyle cuk oturmasına karşı ileri sürecek sav bulmakta zorlanırız, hele de bu bölgede bu zamanda...

Olmert gitti, haddi zatında Esad da gitti, Gazze tabiri caizse kendi hayatını yaşıyor ve daha iyi olması gereken bir ilişkiye ilave çivi çakma girişiminden çok daha büyük meseleler mevzubahis burada.

Türkiye-İsrail ilişkileriyle Türkiye’nin kendini bölgesel güç olarak kabul ettirme arzusu birbiriyle çelişmiyor. İsrail’in buna itiraz etmek için sebebi yok. Tam tersine...

Turizmle normallik birbiriyle çok yakından bağlantılı. Dört İsrailli yetkili için müebbet artı 18 bin yıl istenmesi, İsrail gazetelerinin arka sayfasını tamamen kaplayan ve Türkiye’yi İsrailliler için turizm istikameti olarak sunan ilana inanmayı zorlaştırıyor. Umalım da ceza hükmü, bunu talep eden savcıdan ileriye gitmesin.

Türkiye’nin yeniden İsrailli turistleri ağırlamasının lokumu bu olmaz mıydı?

Hirsch Goodman

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1089159&CategoryID=132

 

İSRAİL’İ SEVMEK ZORUNDA DEĞİLİZ. AMA BU ÜLKE İLE OLAN İLİŞKİLERİMİZİ NORMALLEŞTİRMEK ZORUNDAYIZ. GERİLİMİN GETİRİSİ ARTIK DOYUM NOKTASINA ULAŞTI. BUNDAN SONRASI TÜRKİYE’YE ZARAR VERECEK

Mavi Marmara olayında Türkiye’nin her açıdan haklı olduğu, İsrail’in uluslararası hukuku ayaklar altına aldığı, orantısız güç kullandığı gerçek. Ayrıca, 2008 sonundaki Dökme Kurşun operasyonuyla başlayan gerilim döneminin Türkiye’ye yaradığı da doğru. TESEV ve Brookings araştırmalarında Türkiye Mısır için model çıkıyorsa, nedeni Davos ve sonrasında İsrail ile yaşanan muhtelif gerilimler.

Mısır halkının gelecekte Türkiye’yi süper güç olarak görmek istemesinin, Erdoğan’ın Mısır’da cumhurbaşkanı adayı gibi kabul görmesinin ardında yatan neden de aynı. Al Ahram’ın cumhurbaşkanlığına en yakın aday olarak sunduğu Amr Musa, Ocak 2009’da Davos’ta Arap Birliği Genel Sekreteri olarak yerinde otururken Başbakan Erdoğan’ın sahneyi terk etmesi Arap halklarının kolektif hafızasından uzun yıllar çıkmayacak.

Ancak, gerilim daha da derinleşmesi Türkiye’nin çıkarına değil. Ankara,  İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek zorunda. Bölgede bunca sorun varken, Suriye’nin, Lübnan’ın, Irak’ın ama aslına bakarsanız tüm Arap dünyasının istikrarı sallantıdayken, Türkiye’nin kendisini sorunların parçası olmaktan çıkartması, yeniden çözümlerin adresi olması gerekiyor.

Unutmayalım ki derdimiz bağcıyı dövmek değil üzüm yemek. Türkiye, Filistin sorununun çözümünü, Filistin’de tarafların bir araya gelmesini ve uzlaşmasını istiyor. 1949’dan bu yana da İsrail’in bir devlet olarak varlığını kabul ediyor. Türkiye’nin kabul etmediği dünyanın kabul etmediği ile aynı; 1967 Savaşı sonrası İsrail talepleri. Ankara ayrıca Gazze’ye, yani Hamas’a uygulanan ambargonun, ablukanın kalkmasını istiyor.

Fakat bazen Türkiye Hamas’a yaptırım uygulayan tek ülkenin İsrail olmadığı gerçeğini unutuyor. Ablukanın kalkması için filo düzenlediğimizde dahi Refah sınır kapısının Mısır tarafından kapatılmış olduğunu hatırlamak, hatırlatmak istemiyoruz. El Fetih’in Hamas ile kavgalı olduğunu, Gazze’ye uygulanan ambargoyu desteklediğini görmezden geliyoruz.

İsrail’i sevmek zorunda değiliz. Ama bu ülke ile olan ilişkilerimizi normalleştirmek zorundayız. Gerilimin getirisi artık doyum noktasına ulaştı. Bundan sonrası Türkiye’ye zarar verecek. Seçim dönemine giren Amerika olan ilişkilerini etkileyecek. Kıbrıs sorunu daha da içinden çıkılmaz hale gelecek. Türkiye, dünyaya ve özellikle de İsrail’e gerilimden siyasi tahsilat beklemediğini göstererek İsrail’in kendisinden özür dilemesini kolaylaştırmak durumunda.

İsrail açısından da özür dilemek eskisinden çok daha kolay ve çok daha mümkün. Netanyahu’nun koalisyonu dolayısıyla da Knesset’teki desteği genişledi. Türkiye İsrailli yetkilileri gıyabında da olsa yargılamak konusunda ciddi olduğunu ispatladı. Arap Baharı İsrail için sonbahardan kışa dönmeye başladı. Suriye ve Lübnan’daki istikrarsızlık, Mısır’daki demokratikleşme ve işbaşına geçeceklerin halka hesap verecek olması da İsrail’i bariz bir şekilde kaygılandırıyor.

Mensur Akgün

http://www.stargazete.com/yazar/mensur-akgun/dunya/mavi-marmaranin-ucuncu-yilina-girerken/yazi-587808

 

Netten okumalar

POPÜLER TARİHÇİLİĞİN YENİ TÜRÜ: TARİHÎ ROMANLAR - RIFAT N. BALİ

http://azadalik.wordpress.com/2012/05/18/populer-tarihciligin-yeni-turu-tarihi-romanlar/#more-1442

 

ATEŞİ HAHAM YAKIYOR YEMEĞİ MÜSLÜMAN AŞÇI YAPIYOR – FATMA KARAMAN

Eminönü’ndeki Levi Restoran Koşer yemek imkanı sunan bir mekan... Sahibi ise 1985’ten beri bu mekanı işleten ve bir Müslüman aşçı olan Şehabettin Yaver. Camında ‘Koşer yemek’ yazıyor, içiri girdiğinizde üç beş müşteri ve köşe de başında kipalı biri oturuyor. Lokantanın ilk sahibi Levi 1965 yılında İsrail’e kesin dönüş yaparken, Yahudilerin uğrak yeri olan bu lokantayı Müslüman garson Muzaffer Yaver’e devretmiş. 1982 yılından beri buradaki tüm işleri Şahabettin Yaver sürdürüyor. Hahambaşılığın ricası üzerine Koşer sertifikası verilen Levi, bugün hem Koşer yemek yiyen Musevilere hem de Müslümanlara hizmet veriyor. Levi’de bir haham her gün mesaisini yemeklerin denetimini yaparak dolduruyor. Ocağın ateşinden servisin sona erişine kadar her şey Haham Rafael Rıfat Hafif’in tanıklığında ama aşçılar Müslüman.

http://www.stargazete.com/pazar/atesi-haham-yakiyor-yemegi-musluman-asci-yapiyor/haber-580136

 

KRAL, KRAL'IN PEŞİNDE

http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=257009

 

İSRAİL HAKKINDA YAZMAK – DANİEL GREENFİELD

http://www.hasturktv.com/arsiv/3697.htm

 

Netten seyredin

MARÍA SALGADO İNTERPRETA MÚSİCA SEFARDÍ

http://www.youtube.com/watch?v=LKUczuZtPtw