Tarihi Semtlerimizdeki Yok Oluşa Dur Diyelim - 6 Karaköy’den Khalkedon’a hüzün dolu İstanbul

Mois GABAY Köşe Yazısı
7 Mart 2012 Çarşamba

Kadıköy ve Haydarpaşa’ya vapurla gidip gelenlerin, Tophane’de nargile tüttürüp, Galata Köprüsü’nde demlenenlerin, tarihi yarımadaya geçmek isterken şehrin siluetine kendini kaptıran turistlerin ortak geçiş güzergâhıdır Karaköy semti. Bütün gün boyu vapurdan inip tramvaya binenlerin telaşlı ayak seslerinin duyulduğu bu semt akşam vakti bir karanlığa gömülür. Adını Bizans Devri’nde Hasköy ve bu bölgeye yerleşen Karaim Yahudilerinden alan bu semtin sahil şeridi yerleşimin az olması ile üst komşuları Galata ve Tünel’e göre nispeten geceleri daha sakindir. Sizlerle bir Pazar sabahı Karaköy rıhtımdan Kadıköy’e vapurla geçerken İstanbul’un gün geçtikçe kaybettiği değerlerini hatırlayacağız.

Karaköy’den Kadıköy vapuruna binmeden evvel Karaköy’ün en güzel yapıları Ömer Abed Han, Aya İonnis ve Surp Krikoviç Kliseleri, Voyvoda Karakolu, Saint- Antoine Klisesi’nin de mimarı Gulio Mongeri tarafından yapılan Karaköy Palas ve kıyının bir arka sokağındaki Yer Altı Camii’nin önünden geçiyorum. Bizans Dönemi’nde Galata’yı korumak için yapılan Galata Hisarı’nın günümüze ulaşan bir parçası, İstanbul’un fethinde Boğaz’a gerilen zincirlerden birinin bağlanma yeri olan Yer Altı Camii 1932 yılında ilk defa Türkçe ezan okunan Camii olarak ta kayıtlara geçmektedir. Vapura binmeden evvel tam köşede yer alan Viyana Bankasının da önünden geçerek yüzyılı aşkın süredir Boğaz’ı seyreden sanayiyi temsil eden adam ve ticareti temsil eden kadın heykellerine selam veriyorum. İstanbul belki de dünyada büyük metropoller arasında sürekli değişen tek şehir olma özelliğini taşıyor. Bu değişimin İstanbullara ödettiği bedel ise yok olup giden anılarımız ve küçüklüğümüzün mekânları oluyor. İskeleden vapura binmeden küçüklüğümde doğum günü pastalarımızı aldığımız Baylan Pastanesi’ni hatırlıyorum. Eski sokaklar, balık-ekmek kokusu, vapura atlayıp istediğin yere gidebilme ayrıcalığı sadece İstanbullulara özel bir anlam taşırken şimdileri her tarafı virüs gibi saran zincir kafe ve restoranların bu değerleri de yok etmeye başladığını görebiliyoruz. Artık İstanbul’da eskiye oranla yeme –içme kültüründe çok daha fazla çeşitlilik var ama eski işletmelerin kendine has incelik ve sıcaklıkları nerede kaldı dersiniz? Her şeyin özensiz bir şekilde hazırlandığı ne köftecinin köfteci ne de meyhanenin meyhane özelliğini koruyabildiği eski ortamları her geçen gün daha çok arıyoruz. Boğaz’dan şehrin Avrupa yakasını izlerken yakın zamanda sırada hangi eserin kentsel yapılaşma sürecinde kurban edileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Şu sıralar üstünde projelerin konuşulduğu Haydarpaşa Garı’nın uzaktan “Ben hala ayaktayım, müze, otel veya alışveriş merkezi olmak istemiyorum”dediğini duyabiliyorum. Vapur Kadıköy İskelesi’ne yanaşırken kendimi bir an evvel Kadıköy çarşısının çeşitliliğine kaptırmak istiyorum. Baylan Pastanesi’nde soluklanırken bir ‘kup griye’ yiyip ardından da tam karşıda Hacı Bekir’den bir ufak kese çifte kavrulmuş lokum alıyorum. Kadıköy Çarşısı’nda yürümeye devam ederken Surp Takavor Klisesi’nin hemen önündeki kaldırımda işlenmiş ‘Khalkedon’ yazısını fark ediyorum. Khalkedon ismi kâhinler tarafından Bizans döneminde Sarayburnu kıyılarının güzelliğini göremeyip buraya yerleşenlere “körler ülkesinin insanları” denmesinden almıştır. Nitekim Kadıköy, hem daha verimli topraklar hem de daha iyi balık tutma konusunda Haliç’e göre daha şansız olmuştur. Kadıköy çarşısını kendine has Çiya Sofrası, balıkçıları gibi tatları ile baş başa bırakıp yeni açılan büfelere karşı onlara şans dilerken Yel Değirmeni’ne doğru yol alıyorum.

Çarşıdan dönerken kulağımda Rafaelito’dan “Una Calle Nos Separa” şarkısı, hızlı adımlarla soluğu adını 1. Abdülhamit döneminde sarayın ve halkın un ihtiyacını karşılamak için kullanılan yer değirmenlerinden alan Rasimpaşa-Yeldeğirmeni semtinde alıyorum. Yeldeğirmeni semti tarihsel önemine ise 1885 yılındaki Kuzguncuk yangınından sonra bu bölgeye Yahudi ailelerin gelmesi ile kavuşmuş. Bölgenin en eski apartmanları arasında Yahudi ailelerin yaşadığı apartmanlar ve Haydarpaşa tren garının inşaatı sırasınca kullanılmak üzere Almanlar için inşa edilen apartmanlar önem taşırken bu semtte klise, sinagog ve caminin aynı yerde olduğu ender eski İstanbul semtlerinin kokusunu hissettiriyor. Padişah 2. Abdülhamid’in göz doktoru olan Elias Kohen Paşa’nın haber vermesi üzerine bölgeye bir sinagog için önce ferman çıkartılıp, buna karşı çıkan diğer azınlıklar susturulup 1899 yılında Hemdat İsrael Sinagogu açılır. Hemdat kelimesinin içindeki sessiz harflerin Hamid’i oluşturması sembolü ile padişaha şükran sunulan bu sinagogun içindeki avizenin bir eşi de Dolmabahçe Sarayı’nda sergilenmektedir. Yel Değirmeni semti sadece evleri ve ibadethaneleri ile değil döneminin sinemaları, her biri ayrı bir tarih olan okulları, cemaat hanımlarının da bir dönem rağbet ettiği Aziziye Hamamı ile de yaşayan bir semttir. İstanbul’un diğer tüm tarihi semtlerinde olduğu gibi cumhuriyet sonrası 1950-60’lı yıllardan itibaren eski konakların yerini yapsatçıların elinde ucuza mal edilen betonarme yapılar almıştır. Ancak hem azınlıkların buradan gitmesine hem de betonarme yapılarına rağmen bu semt tam anlamıyla daha bozulmamıştır. Bunun sebebi ise sokak adlarının aynı kalması ve Kadıköy’ün birçok bölümünde olduğu gibi burada da bina sahiplerinin binalarını satmamasıdır. Şu an halen Yel Değirmeni’nde yaşayan yazar Mario Levi “Ben şehrin yokuşlu ve merdivenli olanını severim” derken şüphesiz Karaköy’den Kadıköy’e bir İstanbul masalından söz etmiştir. Yeldeğirmeni’nin hüznüne elveda deyip,  Moda’ya babamın gençliğinin “Moda Deniz Kulübü”nü keşfetmeye gitmek istiyorum. Bu sırada arkadaşlarımdan telefon geliyor, hepsi ayrı bir alışveriş merkezindeler… Yel değirmeni, Karaköy çok bir anlam ifade etmiyor onlara, kışın pazar günü programı hep beraber yemek sonrası gidilen sinemalarla dolu alışveriş merkezindeki hayattan ibaret çoğumuz için. Telefonda yapılan pazarlık sonucu Padişah 4. Murat’ın Bağdat seferi sonrası adını Bağdat Caddesi koyduğu Bizans’ın ticaret yolu şimdilerin ise dünyanın en pahalı markaların geçiş yeri Bağdat Caddesi’nde buluşmaya karar veriyoruz. Kadıköy’ün kalan kısmı ile Moda’yı da bir başka Pazar gününe bırakıyorum.

Siz hangi dönemdeki İstanbul’da yaşamayı tercih ederdiniz? Şehrin gittikçe modernleşen ama bir o kadar da çirkinleşen plazaları, alışveriş merkezlerinde dijital makinelerle sayısız renkli fotoğrafın resmedildiği yeni bir İstanbul mu? Yoksa ailece Pazar gezintilerine boğaza çıkılıp, yenilen her mezenin içilen her rakının tadında 2700 yıllık tarihin duygusuna varılan o siyah beyaz ama hayat dolu fotoğrafların İstanbul’u mu? Karar vermeden evvel evdeki albümleri karıştırıp büyükbaba ve büyükanneler ile eski İstanbul’u hissetmeniz daha etkili olacaktır. Hüznü, sevinci doyasıya yaşayacağımız nice İstanbul pazarlarına…