Bu hafta ağımıza takılanlar

Sonuç elbette Araplarda derin bir hayal kırıklığı ve öfke yarattı. Plana göre İngilizler Filistin'den çekildiklerinde bölge ikiye ayrılacak, ardından İsrail ve Filistin devletleri kurulacaktı. Araplar, oylama sonucu açıklanır açıklanmaz, B planlarını dillendirmeye başladılar: Masada mağlup edemedikleri Yahudileri savaş meydanında mağlup etmek. Tarih, kimin mağlup olacağını gösterecekti oysa. Taha Kılınç

İzak BARON Diğer
16 Kasım 2011 Çarşamba

"İSRAİL, MAVİ MARMARA'DA ÖLDÜRÜLENLERLE İLGİLİ OLARAK ÖZÜR DİLESE, AİLELERE TAZMİNAT ÖDESE VE GAZZE'NİN ABLUKASINA SON VERSE, TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİ NORMALLEŞİR Mİ?"

Geçen hafta yapılan uluslararası "İstanbul Forum" toplantısını kısmen, "Türkiye ve İsrail nereye?" başlıklı paneli ise tümüyle izleme fırsatı buldum. Panelin İsrailli konuşmacısı Oded Eran, şu (cevabı içinde gizli) çok zekice soruyu sordu: "İsrail, Mavi Marmara'da öldürülenlerle ilgili olarak özür dilese, ailelere tazminat ödese ve Gazze'nin ablukasına son verse, Türkiye-İsrail ilişkileri normalleşir mi?" Şunu demek istiyordu: Hiçbir şey değişmez... İsrail'de Filistinlilerle barış yapmaya kararlı bir yönetim işbaşına gelmedikçe Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi mümkün görünmüyor; İsrail'de böyle bir yönetimin işbaşına gelmesi ise söz konusu değil.

Şahin Alpay

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1198725&title=ya-israil-sartlari-kabul-ederse

YAHUDİ BİR EŞE SAHİP OLMAYI, GEÇMİŞTE BİR SOL ÖRGÜTTEN YARGILANMIŞ OLMAYI TERÖRLE İLİŞKİLENDİREBİLEN BİR ZİHİNSEL DÜNYA İLE KARŞI KARŞIYAYIZ

Büşra Ersanlı’nın ayrıldığı eşinin Yahudi olması, geçmişte askeri darbeler döneminde (artık Türk Ceza Kanunu’nda suç sayılmayan) 141. maddeye muhalefetten yargılanan sol bir örgütten tutuklanmış bulunması gibi gerekçeler, bir suçlama gibi çarşaf çarşaf yayımlandı, yayımlanıyor. Yahudi bir eşe sahip olmayı, geçmişte bir sol örgütten yargılanmış olmayı terörle ilişkilendirebilen bir zihinsel dünya ile karşı karşıyayız.

Bu tür tablolarla geçmişte çok karşılaştık. MİT raporlarına geçmiş bu tür malzemeler, özellikle ırkçı basında ve darbeler dönemlerinde çok kullanıldı.

Dünyanın hiçbir ‘normal’ ülkesinde, bir insan, ırkı, dini, ideolojisi, mezhebi, düşünceleri nedeniyle böyle bir biçimde hedef haline getirilemez. ‘Soğuk Savaş’ dönemini andıran bu kültürün Türkiye’ye demokrasi, basın özgürlüğü, evrensellik, insan hakları gibi konu başlıklarında bir mesafe kat ettirmesi elbette beklenemez.

Biraz itidal lütfen...

Oral Çalışlar

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&Date=&ArticleID=1068872

BU ÇATIŞMA, BM ÜYELİĞİ İÇİN CİDDİ BİR GİRİŞİM BAŞLATAN FİLİSTİN YÖNETİMİ’NİN PLANLARINI DA ALTÜST EDECEK, BELKİ DE İSRAİL’İN BATI ŞERİA’DA 1963 SINIRLARINA DÖNMESİ TEKLİFİNİ SONSUZA KADAR RAFA KALDIRACAK YENİ BİR STATÜKO DOĞURACAKTIR

Peki, neden İsrail aniden hava harekâtı için zemin oluşturmaya başlasın ki?

Bunun nedeni, İsrail liderliğinin bir “fırsat penceresinin” açıldığını ve kapanmadan bunun değerlendirilmesi gerektiğini düşünmesi. Çünkü:

1) İRAN İÇİN 1 YIL VAR: İran’ın, Kum şehri yakınlarında dağların altına gizlenen Fordov nükleer tesisinin bir yıl içinde faaliyete geçeceği ve ülkenin uranyum zenginleştirme kapasitesini üçe katlayacağı sanılıyor. Bu durumda İran 2015’te atom bombası sahibi olabilir. Bu süreçte Tahran’ın, hava savunma sistemlerini daha da güçlendirip nükleer tesislerini iyice korunaklı hale getirmesi muhtemel.

2) ABD SEÇİMİNE DE 1 YIL VAR: İsrail, kimseye haber vermeden İran’a saldırsa bile bu emrivakiyi ABD Yönetimi’nin hoş göreceğini umabilir. Zira 2012’de ABD Başkanlık seçimleri var ve yeniden seçilmek isteyen Başkan Barack Obama, Yahudi seçmenin yanı sıra İsrail yanlısı muhafazakâr tabanı da kaybetmek istemeyecektir. Oysa seçim beklenirse, kasımda tekrar göreve gelmesi durumunda Obama, İsrail’in elini kolunu bağlayabilir.

3) IRAK İÇİN 4 YIL VAR: İsrail uçaklarının İran’ı vurmak için Irak üzerinden geçmesi tek yol gibi görünüyor. Bu ülkedeki askerlerini tamamen çekmeye hazırlanan ABD, 1 Ekim’de Irak hava sahasının tamamını Bağdat’a devretti. Fakat Bağdat’ın ABD’den sipariş ettiği F-16’lar teslim edilip işler hale gelene kadar Irak hava sahası en az 4 yıl daha “Allah’a emanet” olacak.

4) İSRAİL HAZIRLIKLARI TAMAMLADI: İsrail, olası bir savaşa son dönemde iyi hazırlandığını düşünüyor. Türkiye’nin vetosunun ardından Romanya, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de yaptıkları hava ve deniz tatbikatları iyi sonuç verdi. İran ve müttefiklerinin füze ve roketlerine karşı geliştirilen “Demir Kubbe” savunma sistemini tamamladılar. Ayrıca sivil savunma tatbikatları yaptılar ve İran’a hava harekâtı için bugün itibariyle İsrail halkının yüzde 41’inin desteğini aldılar (sadece halkın yüzde 39’u harekâta karşı).

5) SURİYE MEŞGUL, BÖLGE KARIŞIK: İsrail, savaş sırasında “düşmana koz” olabilecek Hamas’ın elindeki esir bir askerini ve halk devrimi sonrası yakında İslamcıların iktidara ortak olması beklenen Mısır’da casuslukla suçlanan bir vatandaşını takaslarla geri aldı.

Gazze’deki gruplarla ateşkes yenilendi. Ayrıca Türkiye ile İran’ın arası açılmış durumda. İsrail açısından tek tehlikeli İran müttefiki olarak kalan Suriye ordusu ise içeride patlak veren isyanı bastırmakla meşgul.

İran karşıtı lobinin hedefi ister ağırlaştırılmış yaptırımlar, isterse uluslararası bir hava harekâtı olsun, bu cazip “fırsat penceresinin” oluşması bile İsrail’in tek taraflı bir hamlesini sadece mümkün değil, aynı zamanda muhtemel kılıyor.

Çünkü böyle bir harekât, bölge için -ve hatta Amerikan çıkarları açısından- ne kadar tehlikeli olursa olsun, İsrail hükümetinin çıkarına bir durum yaratabilir.

Zira İran’ın nükleer programı durdurulamasa bile (böyle bir saldırı en iyimser tahmine göre Tahran’ı 4 yıl geciktirecek), “başarılı” olduğu izlenimi verilecek bir hava harekâtı İsrail’e büyük bir “moral avantaj” sağlayacaktır.

Nitekim İsrail, 1981’de Irak’ın Fransız yapımı nükleer santralini ve 2007’de Suriye’nin Kuzey Kore ortaklı nükleer tesisini de ABD’ye haber dahi vermeden bombalamış ve kendi açısından “başarılı” bir sonuç elde etmişti. Öyle ki bu bombalamalar önce ABD’nin Irak işgalinin yolunu açtı (bugünün dünyasında İran’ın da başına bu gelir mi?), ardından Suriye rejimini mevcut vahamete sürükledi.

Dahası, İsrail hükümeti ülkenin siyasi tabanının giderek aşırı sağa kaydığı bir dönemde böyle bir dış çatışmayı, sosyal adaletsizlik yüzünden başlayan sol eğilimli kitlesel protestoları bastırıp gelecek seçimlerde yeniden iktidara gelmek için bir iç politika manivelası olarak görüyor da olabilir.

Ayrıca bu çatışma, BM üyeliği için ciddi bir girişim başlatan Filistin Yönetimi’nin planlarını da altüst edecek, belki de İsrail’in Batı Şeria’da 1963 sınırlarına dönmesi teklifini sonsuza kadar rafa kaldıracak yeni bir statüko doğuracaktır.

Emre Kızılkaya

http://www.hurriyet.com.tr/planet/19180034.asp?mnID=19180034

İLİŞKİLERİN SONSUZA KADAR KÖTÜ KALMASI, İKİ ÜLKE İÇİN DE TATSIZ SONUÇLAR DOĞURUR

İsrail hükümetindeki problemler, koalisyon problemleri, özür dilenmesini engelledi. Fakat bu durum nedeniyle ilişkilerin sonsuza kadar kötü kalması, iki ülke için de tatsız sonuçlar doğurur. İsrail ve Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında, yıllardır iki önemli müttefik. İki ülkenin birçok ortak noktası var. Demokrasi, AB ve ABD ile ilişkiler ve daha birçok şey…

İsrail şu an bölgede birçok ülke ile sorunlar yaşıyor. Suriye ve Türkiye şu anda İsrail için iki büyük problem. 'Arap Baharı', Suriye'de yaşanan iç karışıklıklar ve Türkiye-İran ilişkileri, İsrail’i endişelendiriyor. Çok sıcak ve farklı dinamikleri olan bu bölgede politikacılar çok dikkatli olmalı.

Ofra Bengio

http://www.ntvmsnbc.com/id/25293299/

ANNEM BENİMLE HASSAS KONULARDA İSPANYOLCA, DİĞER ZAMANLARDA İSE TÜRKÇE VE FRANSIZCA KONUŞURDU

Türkçe konuşmayı seviyorum. Çocukluğumda sıradışı bir dadım vardı. Ona ‘Madamika’ derdim. Madamika koyu bir Katolik’ti; onunla her pazar kiliseye giderdim. Örneğin babamın elimden tutup da sinagoga götürdüğünü hatırlamam. O her akşam kendi başına dua okurdu. Düşününüz, Müslüman bir ülkede, Yahudi bir ailede, Katolik bir dadı tarafından büyütüldüm! Evimizde annem ve babam aralarında İspanyolca konuşurlardı. Annem benimle hassas konularda İspanyolca, diğer zamanlarda ise Türkçe ve Fransızca konuşurdu. Babam ve dadımla ise Fransızca konuşurduk. Öte yandan babam dadımla Almanca, evin diğer çalışanlarıyla ise Yunanca konuşurdu, çünkü kendisi İstanbul’da Rumların bulunduğu ortamlarda büyümüş. Yani düşününüz, evimizde Türkçe, Fransızca, İspanyolca, Almanca ve Yunanca dillerini aynı anda duyuyordum! İşte size 40’ların, 50’lerin İstanbul’u… Osmanlı İmparatorluğu’nun çokkültürlü ortamının genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bir mirasıdır bu manzara. Ben de kendimi hâlâ bir Osmanlı olarak görürüm. Çok zengin ve her açıdan güzel günlerdi.

Metin Arditi

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1068100&Yazar=SERHAN

ÖYLE BİR HALE GELİYORSUN Kİ SONUNDA, DUYGULARIN DA KALMIYOR, BOŞ BİR ÇUVAL GİBİSİN, İNSANLIĞIN BİTİYOR, OTOMATİĞE BAĞLIYORSUN

Öyle bir hale geliyorsun ki sonunda, duyguların da kalmıyor, boş bir çuval gibisin, insanlığın bitiyor, otomatiğe bağlıyorsun. Sadece askeri takip ediyorum ve denileni yapıyorum. Bir büroya girdik, “Battaniyeni ver, kaşığı ver, tasını ver, numaranı ver.” Denileni yaptım. “Burada işin bitti” dendi, yine askeri takip ediyorum. Bir başka büroya geldik, “Otur!” dediler, oturdum. Başka bir memur geldi, beni teslim aldı, elinde bir dosya, “Yürü” dedi, yürüdüm. Kampın ana kapısından çıktık, karşıda başka bir binaya ulaştık. Daha rütbeli olduğunu düşündüğüm bir subayın odasına girdik. Beni getiren asker çıktı, biz ikimiz kaldık. Gözlerimin içine baktı ve “Lazare Rousse” dedi, “Evet” dedim, “Türk müsün?” “Türküm.” “İstanbul ha?” “Evet, İstanbul doğumluyum” dedim. “Demek Türk pasaportun var?” “Evet” dedim. “Şuraya imza at” dedi, attım. Bir daha gözlerimin içine baktı ve şöyle dedi: “Serbestsin!”

Lazare Rousso

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19195461.asp?mnID=19195461

“BEN İYİ TÜRKÇE KONUŞAMIYORUM. YAHUDİ’YİM. ANADOLU’YU DA BİLMEM. BU İŞLER İÇİN BUNLAR DEZAVANTAJ DEĞİL Mİ?”

İşe alınma hikâyesi de ilginç.

İş görüşmesine gittiğinde soruyor Nahum: “Sigara içer misin?” “Evet.” “İçki içer misin?” “Evet” diyor.

Diyor ama yüreği pır pır.

Ya bu söyledikleri olumsuz etki bırakırsa?

Nahum devam ediyor, “Araba kullanıyor musun?” “Evet.” “Sohbet etmeyi sever misin?” “Severim.” “İnsan dinlersin yani?” “Dinlerim.” “Tamamdır işe alındın.

Söyleyeceğin bir şey var mı?”

“Var” diyor, “Ben iyi Türkçe konuşamıyorum. Yahudi’yim. Anadolu’yu da bilmem. Bu işler için bunlar dezavantaj değil mi?”

“İçki içiyorsun, sigara içiyorsun, araba kullanıyorsun, sohbet de ediyorsun. Bunlar bana yeter. Ötekiler avantajdır bu ülkede. Göreceksin. Yeter ki her akşam bir şişe rakıyı devir!”

Lazare Rousso, Bernard Nahum’un dediklerini yapıyor ve o günden sonra da Anadolu’da ayak basmadığı yer kalmıyor.

Sonunda da Bölgeler Müdürü oluyor.

63’den 80’li yıllara kadar Koç Holding’de çalışıyor.

Macera dolu bir hayat.

Eşini üç yıl önce kaybetmiş, Nişantaşı’nda yalnız yaşıyor.

Sürekli okuyor.

Ve herkese Türk oldukları için gurur duymaları gerektiğini söylüyor.

Ayşe Arman

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19202487.asp?mnID=19202487

ARAPLAR, OYLAMA SONUCU AÇIKLANIR AÇIKLANMAZ, B PLANLARINI DİLLENDİRMEYE BAŞLADILAR: MASADA MAĞLUP EDEMEDİKLERİ YAHUDİLERİ SAVAŞ MEYDANINDA MAĞLUP ETMEK. TARİH, KİMİN MAĞLUP OLACAĞINI GÖSTERECEKTİ OYSA

Tasarının ortaya koyduğu haritada, nüfus yoğunluyla ters orantılı toprak paylaşımının yanında, bir gariplik daha vardı: Sınırlar. Sınırlar sahil bölgelerinin çoğu Yahudilerin elinde kalacak şekilde, Filistinlilerin iç kısımlarda kalması mantığı üzerinden çizilmişti. Hayfa'dan Gazze sınırına kadar olan kesim Yahudilere verilirken, el Halil, Nablus, Eriha ve çevreleri Filistinlilerin oluyordu.

Görünürdeki bütün eksilerine ve dezavantajlarına rağmen, tasarı Filistinli Araplara uluslararası düzeyde bir şans tanıyordu. Belki de son bir şans. Gelecekte yaşanacakların o sıcak ortamda tahmin edilip ona göre davranılması elbette mümkün değildi, ancak Araplar planı kabul etmiş olsalardı, İsrail'i daha başlangıçtan kontrol altına almak gibi bir adım atabileceklerdi. Her şeyden önemlisi, dünya arkalarında olacaktı. Ancak onlar savaşmayı seçtiler. Yani yenilmeyi.

Nitekim, İsrail'in ilk Başbakanı David Ben Gurion'un "Umarım Araplar bu planı kabul etmezler. Ederlerse asla bir devletimiz olmayabilir. Ancak etmezler ve savaşmayı seçerlerse sanırım kazanan biz oluruz" dediğini artık biliyoruz. Tarih, Ben Gurion'u harfi harfine haklı çıkardı.

Plan açıklandığında, Arap devletleri tabii olarak büyük bir tepki gösterdiler. "Yahudileri denize dökmek" hamasetlerinden tutun da, uluslararası dengelerin böyle bir paylaşımı kabul etmeyeceğine dair iyimser tahminlere kadar birçok açıklama yapıldı.

29 Kasım 1947'de, henüz kurulmuş olan Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler New York'ta bulunan Flushing Meadows'da toplandıklarında, Araplar hâlâ oylamanın sonucunda Filistin'in bölünmesinin kabul edilmeyeceğine inanıyordu. Ancak salonda Arapları temsil eden delegasyonun başkanı olan Emir Faysal Bin Abdülaziz (geleceğin Suudi Arabistan Kralı) yine de tedirginlik içindeydi. Nitekim oylamanın sonucu Faysal'ın tedirginliğinin boşuna olmadığını gösterdi: BM Genel Kurulu, 33 kabul oyuna karşılık, 10 ret ve 10 çekimser oyla Filistin'in paylaştırılmasına karar vermişti.

Yahudiler için bu sonuç şaşırtıcı değildi. Çünkü oylamanın yapılacağı ana kadar BM üyesi birçok ülkeyi yakın markaja almışlardı. Paylaştırmaya karşı olan dört devlet (Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler) kelimenin tam anlamıyla tehdit edilmişti.

Sonuç elbette Araplarda derin bir hayal kırıklığı ve öfke yarattı. Plana göre İngilizler Filistin'den çekildiklerinde bölge ikiye ayrılacak, ardından İsrail ve Filistin devletleri kurulacaktı. Araplar, oylama sonucu açıklanır açıklanmaz, B planlarını dillendirmeye başladılar: Masada mağlup edemedikleri Yahudileri savaş meydanında mağlup etmek. Tarih, kimin mağlup olacağını gösterecekti oysa.

Taha Kılınç

http://www.usasabah.com/Yazarlar/taha_kilinc/2011/10/31/araplar-1947de-buyuk-bir-hata-yapti

1930’LAR ALMANYA’SINDA İLK KOŞUL, NAZİ OLACAKSIN, İKİNCİ KOŞUL, NAZİ OLACAKSIN, ÜÇÜNCÜ KOŞUL YAHUDİ OLMAYACAKSIN

EN fırtınalı değişikliklerden biri Nazi iktidarının ilk üç ayına rastlıyor.

Yeni iktidar bir hafta içinde politik açıdan kendilerine uzak duran çok sayıda ünlü müzisyenin işine son veriyor.

1930’lar Almanya’sında ilk koşul, Nazi olacaksın, ikinci koşul, Nazi olacaksın, üçüncü koşul Yahudi olmayacaksın.

Bu koşullara ve bu politik inanca sahipsen, bütün kapılar sana açık. Yoksa gerisini sen düşün.

Erik Levi’nin kaleme aldığı “Mozart ve Naziler” kitabı, konu propaganda olduğu zaman, bir iktidarın neleri yapabileceğini ortaya koyması açısından, insanın kanını donduruyor. Nazi iktidarı müthiş bir pragmatizmle kendine politika dışı ikonlar yaratmayı hedefliyor. İkon yaratmak açısından sanat, en uygun alan.

Çünkü sanatın her dalındaki insanlar, resim, müzik, tiyatro, edebiyat, heykel toplumla sıcak ilişki kurabilen, popüler kişiler. Şu şarkıcı, şu tiyatrocu, bu ressam, bu besteci toplumun kendilerini beğendiği, onları el üstünde tuttuğu insanlar.

İktidarlar sanatçılar üzerinden topluma sevimli görünmeye çalışıyor. Bunu en iyi başaranlardan biri, hiç kuşku yok, Naziler.

Mozart üzerinden.

Yalçın Doğan

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19195570.asp?mnID=19195570

NAZİLERİN ALMANYA’DA İKTİDARA GELMESİ, TÜRKİYE’DE DE ANTİSEMİTİZMİ HORTLATMIŞ VE IRKÇI DERGİLER VE GAZETELERDE KIŞKIRTICI YAYINLAR ALMIŞ BAŞINI GİTMİŞTİ

Son günlerde güncel gelişmelerin içine fazlaca daldığımız hissine kapıldığım için geçmişe dönüp bakmakta bir yarar olur, biraz sorunlara daha dışarıdan ve uzaktan bakmak imkânı doğar umuduyla kitabı yeniden karıştırmaya başladım.

İlk hissiyatımı söyleyeyim: Türkiye çok mesafe almış. İkinci hissiyatım, hiç bilmediğimiz bir tarihin, Yahudilerin Trakya’dan yok edilmelerinin belgelerini görüp ürpermek oldu..

Raporun bir yerindeki şu paragraf geçmiş tarihe yolculuk bakımından çok ilginç... “2510 ve bunu tadil eden (değiştiren) 2848 sayılı İskân Kanunları, Türkçeden başka dil kullananlar hakkında idari tedbirler alınmasını emretmekte, Vilayetler İdaresi Kanunu’nun 68. maddesi bu hususta salahiyet vermekte olduğundan, bu hükümlere dayanılarak Trakya’da planlı harekâta başlanması düşünülmüş ve hazırlıklar yapılmıştır.”

Trakya’da kim yaşıyordu o tarihlerde? Tabii ki bir azınlık olarak Yahudiler. Aslında o tarihe kadar da çok işler olmuştu. Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesi, Türkiye’de de antisemitizmi hortlatmış ve ırkçı dergiler ve gazetelerde kışkırtıcı yayınlar almış başını gitmişti.

O dönemde Trakya’da Yahudilere yönelik saldırılar, tehditler arttı ve Yahudilerin önemli bir kısmı Trakya’yı terk etmek zorunda kaldı.

Aslında bu gelişmelerin arkasında bir devlet iradesi bulunuyordu. Mecburi İskân Kanunu adı verilen 2510 Sayılı Kanun’da şunlar yazıyordu: “14 Haziran 1934 tarih ve 2510 Sayılı Mecburi İskân Kanunu’na göre: 1- Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar. 2- Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin, bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmesi (tekeline alması) yasaktır. 3- Türk ırkından olmayanların köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânı (yerleştirilmesi) mecburidir.”

Oral Çalışlar

http://tinyurl.com/crn84mx

AYNI ŞEYİN TÜRKİYE’DE OLDUĞUNU, “TC DEVLETİNİ TANIMADIKLARINI” SÖYLEYECEK GRUPLARIN DEVLET TARAFINDAN HOŞGÖRÜYLE KARŞILANDIĞINI DÜŞÜNEBİLİYOR MUSUNUZ?

İsrail’in gücünün bir diğer sırrı da, işgal altındaki Araplar’ı “apartheid” altında yaşatmasına karşın, kendi içinde kurmuş olduğu çoğulcu demokrasi. Burada ateist Yahudilerden düpedüz “Ortaçağ hayatı” süren koyu Ortodokslara kadar her türlü birey ve cemaat kendi istediği gibi yaşıyor. Koyu Ortodokslar arasında, laik bir proje olan siyonizmi reddeden ve İsrail devletini tanımayanlar var. Bunlar “kafir” İsrail devletine vergi ödemiyor, “haram” saydıkları için devletin elektriğini bile kullanmıyorlar.

Devlet ise, kendisini tanımayan bu dini grupların var olma hakkını tanıyor; iki taraf arasında “birbirine karışmama” uzlaşısı sağlanmış. 

Aynı şeyin Türkiye’de olduğunu, “TC devletini tanımadıklarını” söyleyecek grupların devlet tarafından hoşgörüyle karşılandığını düşünebiliyor musunuz?

Ya da hemen her tabelası İbranice ve Arapça olan İsrail’deki gibi “çift dilli” bir düzen benimsediğimizi, en azından bazı bölgelerde Türkçe ve Kürtçe tabelalar kullandığımızı?

Mustafa Akyol,

http://www.stargazete.com/yazar/mustafa-akyol/israil-filistin-de-bayram-sabahi-haber-395994.htm

ESASEN İRAN'A SALDIRI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR, SPEKÜLASYONLAR KENDİLİKLERİNDEN ORTAYA ÇIKMIŞ DEĞİLLER; BUNLARIN BELLİ BİR STRATEJİYE DAYANILARAK PİYASAYA SÜRÜLDÜKLERİNE DAİR FAZLA ŞÜPHE YOK

Esasen İran'a saldırı ile ilgili tartışmalar, spekülasyonlar kendiliklerinden ortaya çıkmış değiller; bunların belli bir stratejiye dayanılarak piyasaya sürüldüklerine dair fazla şüphe yok. Önce, İsrail'in en çok satan gazetesi Yedioth Ahronoth'un köşe yazarı Nahum Barnea'nın ilgili yazısındaki 'Başbakan ve savunma bakanı sadece ikisi İran'ın nükleer tesislerine saldırıya karar verdiler mi?' şeklindeki sorusuyla patlak veren, sonra da başkalarının ve resmî yetkililerin de katılımıyla tırmanan tartışma başta planlanan amacına ulaşmış görünüyor.

Bu amaç elbette birçok yönlü, boyutlu bir genel amaç sayılır. Bununla şunlar amaçlanıyor: Öncelikle İran'ın nükleer programı konusunu dünya gündeminde yeniden canlandırmak, dikkatleri bunun üzerine toplamak; ikincisi İran'a saldırıyı yeniden gündeme getirerek büyük güçlerin İran'la yeniden ilgilenmelerini sağlamak; üçüncüsü, büyük güçler üzerinde bir tür saldırı baskısı kurarak, bunları konuya yeniden dâhil etmek; dördüncüsü sonuçları tahmin edilen IAEA raporunun hemen ardından İran'a yeni müeyyideleri gündeme getirmek; sonuncusu da 'İran'a saldıracağım' mesajıyla büyük güçlerde bir korku, endişe ve paniğin ortaya çıkmasını sağlayarak bunları İran konusunda daha sert, kapsamlı adımlar atmaya teşvik etmek...

Fikret Ertan

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1200350&title=israilin-amaci

YAHUDİ EİNSTEİN’IN GÖRELİLİK KURAMI ANTİSEMİTİZM AKIMLARI VE ARÎ IRK TARAFTARLARININ TEPKİSİ SONUCU İTİBAR GÖRÜRKEN ALMANYA’DA NERDEYSE LANETLENMİŞTİR

Tartışmaları siyasetten bağımsız bir gözle izleyen ve Einstein ne demek istediğini anlayan çok az sayıda bilim insanından biri olan dönemin ünlü İngiliz astronomu Profesör Eddington, Einstein kuramının doğru olup olmadığını güneş tutulması anında gözlenmesini önermiştir. Bu öneri üzerine 29 Mayıs 1919 güney Afrika’da okyanus kıyılarında olay gözlenmiş ve kuram doğrulanmıştır.  Bu müthiş başarı, rölativiteyi dünya gündemine taşımış, Einstein ünlü Time dergisine kapak olmuş ve tüm dünya Einstein tanımıştır.  Kuramı üzerine ateşli tartışmaların yaşandığı o günlerde Einstein bir hanım öğrencisine Eddington’dan aldığı ve kuramın doğru olduğunu bildiren telgrafı göstermiş. Öğrencisi heyecan içinde kollarını yukarı kaldırarak zıplamış ve

-Bu müthiş bir haber Albert, diye haykırmış. Einstein öğrencisinin bu heyecanı karşısında hiç tepki göstermemiş kendinden emin bir tavır ile

-Kuramın doğru olduğunu biliyordum zaten, demiş. Öğrenci şaşkınlığını gizlemeden

-Ya doğru olmadığını haber alsaydınız ne yapardınız? diye sormuş. Einstein:

-Tanrı adına üzülürdüm.

Einstein ve öğrencisi arasında geçen bu ironik diyalog, Hitler Almanya’sında siyasetin özellikle Nazilerin bilme müdahale ettiği döneme rastlar.  Naziler ve onların yalakalığını yapan birkaç bilim adamı, Ari ırk (Nordik) fiziği veya arî bilim gibi bir saçmalığı topluma dayatmışlar ve bir noktaya kadar başarılı da olmuşlardır.  Einstein tanrıya yukardan baktığını söyleyerek, kuramı bilimsel içeriği nedeni ile değil bu diyalog nedeni ile acımasızca eleştirmişlerdir. Kuramsal fiziği ret edip, gerçeğin arî fizik kurallarına göre bulunacağını,  kuramsal fiziğin Almanya’nın çıkarlarına ters düştüğünü dahi iddia edecek kadar sapıtmışlardır. Ulu önder Atatürk’ün başarılarını içlerine sindiremeyenler gibi. Yahudi Einstein’ın görelilik kuramı antisemitizm akımları ve arî ırk taraftarlarının tepkisi sonucu itibar görürken Almanya’da nerdeyse lanetlenmiştir, tüm dünya Atatürk’ü takdir ederken ülkemizde bir gurubun onu lanetlemesi gibi.

Prof. Dr. Cengiz Yalçın

http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/19208706.asp?mnID=19208706

‘BEN DEVLETİME İHANET ETSE İDİM MAHKEMEYE ÇIKARIRLARDI, İDAM EDİLİRDİM. PEKİ, TERSİ OLDUYSA DEVLET BANA İHANET ETTİYSE NE OLUR’

“O zaman 15 yaşında idim. Babam iki tane vergi ihbarnamesi aldı. Biri 16 bin TL Hocapaşa Vergi Dairesi’nden, aynı gün de 64 bin TL’lik Eminönü Vergi Dairesi'nden. Yan yana iki vergi dairesi aynı gün iki ihbarname yolladı. Babam gidiyor defterdarlığa, memura ‘Bana iki tane geldi, ne yapayım’ diye soruyor. Memur, ‘Her ikisini de ödeyeceksin’ diyor. Babam da memura ‘Ama bir koyundan iki post çıkmaz’ diyor. Bu hangi ülkede görülür, bizim ülkede görülür. Bu kadar açık bir gaddarlık ancak bizim millete has bir uygulamadır.

Tüm malvarlığı tek vergiye yetmedi.

O zaman babamın 4 katlı iş yeri vardı. İçerisi, İngiltere’den getirilmiş, Anadolu’ya gönderilmek üzere bekleyen kumaşlar ve ipliklerle doluydu. Babam vergiyi ödemek için hanı sattı, malları sattı, yetmedi evdeki eşyayı sattı. Hepsinin yekûnu 16 bin TL’lik vergiyi bile karşılamadı. Babama yollanan verginin toplamı bugünün parası ile 800 milyon TL eder. Babamı Erzurum Aşkale’ye götürdüler. Aralık’ta gitti Aralık’ta geldi. Tam bir yıl kaldı. Oraya götürülüyorsunuz, günlük vergi borcunuzdan taş kırma ücreti olarak 1.5 lira kesiliyor. Babam hesap etti; 115 yıl çalışması lazımdı borcunu ödemek için.”

“Babamın asıl felaketi şu oldu; CHP’li idi ve Şişli’de Fransızca dersi verirdi CHP’li gençlere. Partizandı. Atatürk’e müthiş saygısı vardı. 1938’de Atatürk ölünce partiden biraz soğumuştu. Varlık Vergisi ile öyle bir şok yaşadı ki, kendine gelemedi. ‘Neden silkelenip kendine gelmiyorsun’ dedim. Bana, ‘Ben devletime ihanet etse idim mahkemeye çıkarırlardı, idam edilirdim. Peki tersi olduysa devlet bana ihanet ettiyse ne olur’ diye sordu. Bir şey diyemedim. ‘Görüyorsun bir şey olmuyor o zaman. Devlet farkında bile değil’ dedi. Aslında kimsenin konuşmadığı bir şey var. İsmet İnönü bu vergiden birkaç ay önce Bursa’da nutuk patlatıyor. Birileri kalkıyor ‘Gayrimüslimleri ne yapacağız’ diyor İnönü de ‘Onlara İstanbul’un sokaklarında limon sattıracağım’ diyor. Bu İnönü’nün lafıdır. Bugün bir CHP’li kalkıp hata ettik demiyor. CHP’den biri çıkıp da ‘Bizim parti hata etti; onlar adına özür diliyoruz’ demeyi akıl edemez mi? Bunu deseler ‘Hiç olmaz ise bu özür dilemek de bana yeterli diyeyim’ bari...”

İshak Alaton

http://www.stargazete.com/politika/-babami-iflas-ettirdiler--haber-396421.htm

BUNDAN TAM 69 YIL ÖNCE VARLIK VERGİSİ’Nİ ÇIKARIRKEN CHP’Lİ MALİYE BAKANI ŞÜKRÜ SARACOĞLU’NUN KULLANDIĞI GEREKÇELERİN AYNISININ KULLANILDIĞINI GÖRECEKSİNİZ O BAŞVURUDA... GAYRİMÜSLİM TC VATANDAŞLARINI ‘YABANCI’ OLARAK GÖREN O ZİHNİYETİN HİÇ DEĞİŞMEDİĞİNİ...

Alaton’un anlattığı hikâyenin üzerine koca koca kitaplar yazılır, değil mi? Bu, Türkiye’nin hikâyesi aslında. Sermayenin nasıl el değiştirdiği, Türkiye’yi ‘modernleştiren’ gücün faşizan zihniyetinin kökenleri, hepsi bu hikâyede bir güzel anlatılıyor.

CHP, Alaton’dan özür diler mi dersiniz? Hiç zannetmiyorum. Daha birkaç yıl önce Vakıflar Yasası’nın iptali için Kemal Kılıçdaroğlu imzasıyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptıkları başvuruya bakın. Bundan tam 69 yıl önce Varlık Vergisi’ni çıkarırken CHP’li Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu’nun kullandığı gerekçelerin aynısının kullanıldığını göreceksiniz o başvuruda... Gayrimüslim TC vatandaşlarını ‘yabancı’ olarak gören o zihniyetin hiç değişmediğini...

Küçük bir empati denemesiyle büyük bir hikâyeye ulaştık. Umalım ki Alaton’un özür talebi de CHP’ye ulaşsın, orada da bir muhasebeye, bir sorgulamaya yol açsın...

Orhan Kemal Cengiz

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1069414&Yazar=ORHAN%20KEMAL%20CENG%C4%B0Z&Date=14.11.2011&CategoryID=98

BEN YILLAR ÖNCE VARLIK VERGİSİ FACİASINI ÖNDE GELEN BİR CHP’LİYE SORMUŞTUM. BANA “HARP DARP HALİ!” DİYEREK OMUZ SİLKMİŞTİ

Bu vergiyi kimsenin ödemesi mümkün değildi. Çoğu kişiye ödeyebileceğinin en az üç katı vergi yüklenmişti.  Ve 1400 kişi Erzurum’un köylerine kasabalarına, çalışma kamplarına yollandı. Çoğu bir yıl sonra geri geldi. Taş kırdırdılar bu insanlara, bir tas çorba ve günde bir buçuk lira karşılığında. Varlık Vergisi’nden birkaç ay önce, İnönü Bursa’da konuşma yaparken birileri kalkıp “Gayrimüslimleri ne yapacağız?” diye sormuştu. İnönü’nün cevabıysa korkunçtu en azından : “Onlara İstanbul’un sokaklarında limon sattıracağım!” (İshak Alaton-STAR Gazetesi-Erdinç Akkoyunlu) Aşkale’de 21 kişi öldü. Sürülenlerin çoğu 50 yaşın üstündeydi. Haziran 1943 tarihinde Aşkale sürgünleri geri geldi; paranın yüzde 80’ini toplanmıştı çünkü. Derken 1944’te çıkan bir kanunla Varlık Vergisi kaldırıldı. Ama izleri sürdü. Azınlıkların çoğu Türkiye’den göç etti.  Ben yıllar önce Varlık Vergisi faciasını önde gelen bir CHP’liye sormuştum. Bana “harp darp hali!” diyerek omuz silkmişti. Onun için Sayın İshak Alaton’un “bugün kalkıp bir özür dileseler bari!” çağrısı da yanıt bulamayacaktır, omuzlar havaya kalkıp inecektir gene. Neden mi? Çünkü bu bir “devrim kanunudur”! Eh CHP’de devrimlerin bekçisi değil midir?

Aziz Üstel

http://www.stargazete.com/yazar/aziz-ustel/chp-varlik-vergisi-icin-elbette-ozur-dilemeli-haber-396992.htm

İSMET İNÖNÜ AÇIKÇA ALMANYA YANLISI BİR POLİTİKA SÜRDÜRÜYORDU. HEM FAŞİST ÜLKELERDE UYGULANAN YÖNTEMLERDEN ETKİLENİYORDU BİZDEKİ DEVLET HEM DE ONA YARANMAK İÇİN BU TÜR ADIMLARI ATIYORDU

Bu kararın arkasında sermayeye el değiştirmek, sermayeyi 'Türkleştirmek' düşüncesi vardı. ('Sermayenin millileştirilmesi' denir, yanlıştır, maksat onu 'Türkleştirmek'ti.) Bu 'Türkleştirme' kararı dönemin iktidarının yani CHP'nin o sıralarda tam bir ırkçı yaklaşım içinde bulunmasından ve Hitler'le arasını iyi tutmak istemesinden kaynaklanıyordu.

İsmet İnönü açıkça Almanya yanlısı bir politika sürdürüyordu. Hem faşist ülkelerde uygulanan yöntemlerden etkileniyordu bizdeki devlet hem de ona yaranmak için bu tür adımları atıyordu.

Bütün bunlardan sonra gerçekten sorulacak sorudur, Alaton'un sorusu: CHP özür dilemeyi düşünüyor mu?

Ben bu soruyu ve içerdiği muhakemeyi biraz daha genişletmek istiyorum.

Türkiye, daha sonra bir kaç yazıda ele alacağım bir şekilde, çok önemli bir dönüşüm geçiriyor. Ben buna restorasyon dönemi diyorum. Son zamanlarda dilimize pelesenk olan askeri vesayetin aşılması bakımından önemli adımlar atılıyor. Demokratik bir anayasa için girişimlerde bulunuluyor. Kürt sorununun çözümü bakımından, bir adım öncesinde hükümet/devlet her konuyu görüşmeye hazırdı. Başbakan Atatürk'ü anma töreninde 1940'ları mahkûm eden bir konuşma yaptı ve bizatihi Atatürk'ün tanımından hareket ederek millet tanımını kültürel bir zemine oturttu.

Bazıları bütün bunlara gözlerini, kulaklarını tıkamak ve yaşananları nerelerde üretildiği artık ortaya çıkmış sivil otoriterlik gibi kavramlarla nitelendirmek istiyor. CHP de bu kervanın başını çekiyor. Öylelikle de tüm bu oluşumun dışında kalıyor, çağ dışına, demokrasi dışına düşüyor. Oysa bu evrede onun da ortaya çıkıp, sesini yükseltip, kendi tarihiyle yüzleşip, hesaplaşıp bir açıklama yapması gerekmez mi? CHP, tek parti döneminin hatalarına saplanıp kalmak, onları savunmak zorunda mıdır? Bu restorasyon sürecinde niye yer almıyor CHP?

Evet, CHP özür dilemeyi düşünüyor mu?

Hasan Bülent Kahraman

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2011/11/14/chp-ozur-dilemeyi-dusunuyor-mu

“İRAN’IN NÜKLEER MERKEZLERİNİ VURMAK” VARLIĞINI KORUMAK VE SÜRDÜRMENİN ZORUNLUĞU OLARAK İSRAİL’İN GÜNDEMİNDE

İSRAİL, nükleer silah sürecinin sonuna varan İran’ı vuracak mı?

Derin İsrail’i “iyi tanıyanlar” gözlerini parlamentodaki hepsi de eski genelkurmay başkanları olan 8 milletvekiline çevirir. Bu 8 eski general “kilittir.”

İsrail’i “askerler mi yönetiyor” sorusuna “İsrail’in varlığını korumak için savaşmak” söz konusu olduğunda “evet...”Şimdi de İsrail kendini “olmak ya da olmamak” kavşağında hissediyor.

“Nükleer silaha sahip bir İran’ın, İsrail’i haritadan yok edeceği” kaygısı paylaşılmakta.

“İran’ın nükleer merkezlerini vurmak” varlığını korumak ve sürdürmenin zorunluğu olarak İsrail’in gündeminde.

Ancak... Henüz “karar için ittifak” sağlanamadığı söylenebilir.

Hükümette “savaşa karşı olanlar” -tamamen- ikna edilmiş değil.

Parlamentodaki 8 eski genelkurmay başkanı arasında da “hayır” tavrını koyanlar var.

Böylece, dış görünüşe bakarak “İsrail’in, İran’a saldırısı” büyümekte olan ciddi ve gerçek tehlike ama henüz kararlılık yok denebilir. Ne var ki...

Daha önceleri de İsrail dışarıya göz aldanan görüntüler verirken ani saldırılar yapmıştı.

Saddam döneminde Irak’ın nükleer silah üretim çalışmaları yapılan merkezini bombaladığını, dünya, uçaklar İsrail’e dönüş yaparken öğrenmişti.

Gazze’ye son saldırı da böyle ansızın gerçekleşmişti.

Gene aynı tehlikeli oyuna bir gece ansızın perde açılır mı?

Bunun tedirginliği yaşanıyor.

Bilinen sadece şu:“İsrail ve İran artık savaş seçeneğine daha yakın.”

Güneri Cıvaoğlu

http://siyaset.milliyet.com.tr/8-kilit-eski-general/siyaset/siyasetyazardetay/11.11.2011/1461464/default.htm

BU TEK BAŞINA İSRAİL’İ ‘BİR DAHA ASLA’ REFLEKSİYLE VE ‘DAYAK YİYEREK AYAKTA KALMAK, ÖLÜMCÜL DARBE ALMAKTAN EVLADIR’ MANTIĞIYLA İRAN’A SALDIRMAKTAN ALIKOYACAK BİR ŞEY DEĞİLDİR

Bu tek başına İsrail’i ‘bir daha asla’ refleksiyle ve ‘Dayak yiyerek ayakta kalmak, ölümcül darbe almaktan evladır’ mantığıyla İran’a saldırmaktan alıkoyacak bir şey değildir. Ama İsrail’in ABD istihbaratı, askeri malzemesi ve en önemlisi siyasi desteğine (1981’de Irak’ın nükleer reaktörünü vurmasında görüldüğü üzere) ne kadar bağımlı olduğu düşünülecek olursa, en azından kısa bir süre daha ABD’den İran’ı vurmak için destek alamayacağı söylenebilir.

Bu da, İran’ı nükleer programını IAEA’nın tam denetimine açıp Panetta’nın dediği gibi ‘uluslararası aileye’ katılması için –Rusya, Almanya ve Türkiye gibi- İran üzerinde belli etkiye sahip ülkelerin diplomasi çabasını arttırmasına imkân tanır.

İran’ın da, tıpkı İsrail ve diğer ülkeler gibi kendisini savunma hakkı vardır; ama bu hak ne İran ne İsrail ne de kimseye diğerlerini tehdit hakkı verir. Şimdi diplomasinin hızlanması ve bölgeyi yeni çatışmalardan sakınmaya çalışması zamanı.

Murat Yetkin

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1069243&Yazar=MURAT

OSMANLI KÜLTÜRÜYLE BÜYÜMÜŞ BİR YAHUDİ AİLENİN ÇOCUĞUYUM VE OSMANLILI OLDUĞUMU DA HİÇ UNUTMAM

Doğup büyüdüğüm şehir Cezayir'in Konstantin şehri. Orası da bugünkü Türkiye gibi vaktiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. 500 yıl önce İspanya'yı terk etmek zorunda kaldığımızda bizi sadece Sultan 2. Beyazıt kabul etti ve atalarımızın huzur içinde yaşamalarını sağladı. Daima Cezayir kökenli Fransız olduğumu söylerim, ancak ilave ederim ki Osmanlı kültürüyle büyümüş bir Yahudi ailenin çocuğuyum ve Osmanlılı olduğumu da hiç unutmam.

Enrico Macias

http://www.aksam.com.tr/ajdayi-gazetede-gordum,-tanimadim--78514h.html

YANİ HALKIN YARISI “YAŞASIN FİLİSTİNLİLERE GİDECEK YARDIM GEMİLERİNİN YANINDA SAVAŞ GEMİLERİMİZ DE OLACAK, BAKALIM İSRAİL ŞİMDİ NE YAPACAK?” DİYE SEVİNİRKEN, HÜKÜMETİMİZ AMERİKA’YA “OLUR MU CANIM, BUNUN ÇOK KÖTÜ BİR FİKİR OLDUĞUNU BİLİYORUZ, SAVAŞ GEMİLERİMİZİN EŞLİK ETMESİ SÖZ KONUSU BİLE DEĞİL” DİYORMUŞ

İktidar halkı etkilemekte, heyecana getirmekte ve bunu oya çevirmekte çok usta. Özellikle dış siyaset konularında, çoğu eksik, doğru olmayan, gurur okşayan söylemlerle halkı etkilemesini biliyor.

Örneğin İsrail konusunu hatırlayın. Başbakan nasıl esip gürlemişti. Gazze halkının üzerindeki ambargo kalkıp Filistinliler özgürleşinceye kadar İsrail’in tepesinde balyoz gibi duracaktık.

Mavi Marmara olayına rağmen hazırlanacak yeni yardım gemileri yola çıkacaktı, bu gemilere de Türk donanması eşlik edecekti.

Halkın yarısı buna çok sevindi. İsrail artık gününü görecekti.

Ama Amerika Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland konuştu önceki gün. Söyledikleri çok garipti. Nuland diyor ki “Gazze’ye yardım gemilerine Türk donanmasının eşlik etmesi çok kötü bir fikir.”

İnsan okuyunca “Sana ne” diyor içinden ama Nuland devam ediyor; “Zaten Türk hükümeti de böyle bir niyetin hiç olmadığını konusundaki güvencesini bize iletti.”

Yani halkın yarısı “Yaşasın Filistinlilere gidecek yardım gemilerinin yanında savaş gemilerimiz de olacak, bakalım İsrail şimdi ne yapacak?” diye sevinirken, hükümetimiz Amerika’ya “Olur mu canım, bunun çok kötü bir fikir olduğunu biliyoruz, savaş gemilerimizin eşlik etmesi söz konusu bile değil” diyormuş.

Sonuçta da öyle de oldu. İsrail, müdahale ettiği iki yardım gemisini Aşhod limanına çekerken Türkiye’nin güvencesi yardım gemilerinin değil ABD’nin yanındaydı.

Can Ataklı

http://haber.gazetevatan.com/amerika-soyledi-gercegi-ogrendik/409134/4/Yazarlar/142

BATI’DA YAŞAYAN BİR MUSEVİ ÇOCUĞU OLARAK, DOĞU’YU HİÇ BİLMEDİĞİMİ, KAVRAYAMADIĞIMI ANLADIM; KENDİMLE HESAPLAŞIP, ÜZERİNDE DİN VE IRK ÖRTÜSÜ OLAN KATLİAMLARIN DÜNYANIN HER YERİNDE TEKRARLANDIĞINI KAVRADIM

‘Yanık’ bana uzun değil, aksine fazla kısa geldi. Dinler, ırklar arasında savaşlar, katliamlara, Lübnan’a, Lübnan’daki acımasız abra ve Şatilla katliamına gittim. Doğruyu daha çok öğrenmek, birbirinden daha etkili biçimde oynanan karakterlerle daha çok özdeşleşmek istedim.

Batı’da yaşayan bir Musevi çocuğu olarak, Doğu’yu hiç bilmediğimi, kavrayamadığımı anladım; kendimle hesaplaşıp, üzerinde din ve ırk örtüsü olan katliamların dünyanın her yerinde tekrarlandığını kavradım. Kaldı ki, dünya Yahudilerinin İsrail’in bir ülke olarak benimsediği politikalardan, savaşçı bakış açısından sorumlu tutulamayacağını, kararlarını kendi veren bir ülke olarak algılanması gerektiğini düşündüm. İnsanlık adına çok korktum!

‘Yanık’ aslında iki çocuğun köklerini arayışı olarak da algılanabilir. ‘Savaş’ temasını oyundan tamamen çıkarttığınızda, sahnede Devlet Tiyatrosu’nun genç oyuncu yokluğu ve bu konuda bölgelerden kopuk politikası nedeniyle pek ‘çocuk gibi’ durmayan, ama müthiş enerjileriyle bize gençlik esprisini yaşatan çocuklarımızın köklerini arama kavgası da denebilir. Bu köklü ve saygın arayışta içine düştükleri savaş, tecavüz ve kapitalizmle gelen her pislik, aslında Doğu’nun Batı’dan ithal ettiği pislikleri göstererek, Doğu’dan Batı’ya da bakıp, oyunun döngüsünü değiştiriyor.

Nedim Saban

http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1262359770&day=13&month=11&year=2011&action=catlist

Netten okuyun

İsrail'in 6. denizaltısı ve Almanya – FİKRET ERTAN

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1197930&title=israilin-6-denizaltisi-ve-almanya

En kısa yol Irak – FİKRET ERTAN

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1199342&title=en-kisa-yol-irak

İran'a saldırı ve karşı saldırı nasıl olabilir? – FİKRET ERTAN

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1201766&title=irana-saldiri-ve-karsi-saldiri-nasil-olabilir

Gazze kuşatması – ORHAN KEMAL CENGİZ

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1068754&Yazar=ORHAN

İran Dosyası’nda Final Zamanı Mı? – DENİZ TANSİ

http://www.hasturktv.com/turkiyede_bugun/3038.htm

İsrail savaşa mı gidiyor? – RAFAEL SADİ

http://www.skyturk.net/yazar/rafael-sadi-israil-savasa-mi-gidiyor--oku-186.html

NÜKLEER: İsrail ve İran...- ARDAN ZENTÜRK

http://www.stargazete.com/yazar/ardan-zenturk/nukleer-israil-ve-iran-haber-397016.htm

Aslıgül Atasagun yazdı: Benim büyülü kentim

Paris'te, tarihiyle ve hikâyesiyle benim çok ilgimi çeken Nissim De Camondo Müzesi de mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Camondolar 19'uncu yüzyılda Osmanlı vezirlerinin maliyeciliğini yapmış, İstanbul'da başta Galata ve Pera olmak üzere birçok semtte önemli sanatsal yapıları inşa ettirmiş, finans, kültür ve sanat alanlarında başarılarıyla iz bırakmış Yahudi bir aile. Bankacılıkta önde gelen bir isim olan aile, 1869'da Paris'e göç eder. Avrupa'nın kültürel gelişmesinde önemli bir rol oynayan Camondolar, Monet, Manet, Degas gibi empresyonist ressamlardan oluşan büyük bir sanat koleksiyonu oluşturur. 18'inci yüzyıl başyapıtlarından 50 eseri Louvre'a hibe ederler. Müzeye ismi verilen Nissim de Camondo, 1917'de Almanlara karşı havada savaşırken hayatını kaybeder.

Camondo ailesinin fertlerinin, Naziler tarafından Auschwitz kampında yok edilişi çok trajik bir sondur. Bir dönem Paris elitlerinin buluşma noktası olmuş, pek çok davete ev sahipliği yapmış olan Monceau sokağı 61 numaradaki Camondoların muhteşem malikânesi müzeye dönüştürülmüş, müzenin büyük salonunda sergilenen 17'nci yüzyıla ait halı, 18'inci yüzyıla ait eserler, pek çok değerli obje ve Camondo Ailesi'ni anlatan 20 dakikalık belgesel de ziyaretçilerin önüne bir belge olarak gelir. Ama eğer yolunuz Paris'e düşmüyorsa, Pera'ya Camondoların izlerini sürmeye gidebilirsiniz. Ailenin bir dönem yaşadığı bina kiralanmış, butik otel oluyor, otelin altında yeni açılan Baylo da keyifle yemeğinizi yerken, duvar ve tavanlarda, 19'uncu yüzyıl mimarisinin izlerini görme şansı yaratıyor.

http://www.aksam.com.tr/asligul-atasagun-yazdi-benim-buyulu-kentim--78557h.html

Ben Tanrı'nın işine karışmam! – BETÜL MEMİŞ

Yahudi dünyasında, savaş sonrası yazdığı bir kitap ile fırtına koparan, siyaset bilimci-filozof Hannah Arendt, İsrail devleti ve üniversiteleri ile barışmak istemektedir. Çünkü “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabı, Yahudi toplumundan büyük tepki almıştır. Eski Nazi Subayı Eichmann'ın İsrail tarafından yargılanması hakkındaki düşünceleri nedeniyle Hannah, İsrail toplumu tarafından dışlanmıştır. Eichmann, Nazi ideologudur ve yaptıklarını yasalar içinde yaptığını söylemektedir. Sınıf sevgisi ve bağımlılığı yerine bireylere inandığını ve sevdiğini dillendirir. “Sıradan olan şey, suçlunun otoriteye boyun eğiş tarzlarıydı. Üzücü olan gerçek şu ki, gaddarlıkların çoğunu yapanlar, hayatlarında hiçbir zaman bilinçli olarak iyi ya da kötü olmayı seçememiş insanlardı. Nazilerin çoğu çocuklarına düşkün babalar, müzikseverler kişilerdi. Ürkütücü olan onların normalliğidir. Kötülüğün sıradanlığı budur işte.” Hannah, tam da bu sırada İsrail Üniversitesi’nde öğrenci olduğunu söyleyen Martin’den bir röportaj teklifi almıştır. Kısa zaman öncesinde geçirdiği kalp spazmı sonrasında, röportajı fırsat gören Hannah, bu şekilde belki düşüncelerini İsrail toplumuna tekrar aktarabilecek ve yanlış anlamaları ortadan kaldırabilecektir. Ancak bu röportaj Hannah'nın geçmişiyle yüzleşmesine ve Heidegger ile yaşadığı aşkı tekrar sorgulamasına neden olacaktır.

http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/687747-ben-tanrinin-isine-karismam

Anılar

Bostancı'nın Eski Mendireği – ROZ KOHEN

http://www.kanalkultur.com/kks/Yazarlar/Roz-Kohen/roz-kohen-bostancinin-eski-mendiregi.html

Netten seyredin

Anoten - Cantor Chazan Rabbi İsak Maçoro

http://www.youtube.com/watch?v=NZInaZpR_no&feature=share

Enrico Macias & Yardena Arazi - Perah Begani (Zohar Argov)

http://www.youtube.com/watch?v=4Mmm2IGdJN8