Eko-koşer: Çevreciliğin en kutsal hali

“Gezegenimizin kısıtlı doğal kaynaklarının artan ihtiyaçları karşılayabilmesine yardımcı olma sorumluluğu, ayrı ayrı her birimize düşüyor.   İster yeşil dallarla süslenmiş bir çadırda, isterseniz de masmavi bir gökyüzünün altında oturuyor, tükettiğiniz gıdaların doğaya zarar vermeden üretildiğine emin olun.”

Çevre
2 Kasım 2011 Çarşamba

Talya ENRİQUEZ ROMANO

 

Akşam iş çıkışında yoğun bir iş günü ve bitmek bilmeyen trafiğin ardından süpermarkete uğrayıp hızlıca bir şeyler alıp çıkmak istiyorsunuz... Formda kalmak için salata yemek niyetiyle sebze reyonuna gidip ‘arılı hormonsuz üretilmiş salatalık’, ‘hakiki doğal domates’, ‘sertifikalı organik havuç’ gibi etiketler gördüğünüzde şaşırıveriyorsunuz bir anda... Doğaya ve vücudunuza zindelik vadeden farklı ürünler arasından hangisini seçmeniz gerektiğini bilemeden raflara bakıyor ve acilen bu konuyu google’dan araştırmaya karar veriyorsunuz...

Son yıllarda, gerek basında gerek marketlerde doğa dostu üretildiği iddia edilen birçok ürün farklı isimlerle karşımıza çıkıyor. Birbirine benzer görünen paketlerin üzerindeki değişik tanımlamalar tüketicilerin kafasında kavram karmaşasına sebep oluyor. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’ne göre, ‘organik ürünler’ hasattan son kullanıcıya ulaşıncaya kadar tüm aşamalarında insana ve ekosisteme zararlı hiçbir kimyasal girdi, katkı maddesi ve yöntem kullanılmadan üretilen kontrollü ve sertifikalı ürünler olarak tanımlanıyor. Bu sertifikaların kazanılabilmesi için en önemli şartlardan biri, tüm üretim süreçlerinin izlenip ve kayıt altına alınabilmesi oluyor. Buğday Derneği, doğa dostu tarım teknikleriyle üretildiği söylenen her ürünün organik olmadığının; üzerinde yalnızca ‘organik’, ‘ekolojik’ veya ‘biyolojik’ olan paketlerin hiç kimsayal katkı maddesi kullanılmadan organik tarımla üretildiğinin altını çiziyor. Satın aldıkları gıdaların sertifikalarını kontrol etmek ve farklı isimlendirilen ürünler arasından doğru olanlarını ayırt etmek konusundaki sorumluluk ise, biz bilinçli tüketicilere düşüyor.

Her ne kadar geçtiğimiz yirmi yılda ‘moda’ olmuş bir akım olarak görülse de, organik hareketinin başlangıcı 1940’lara dayanıyor. 20. yüzyılın başından bu yana, hormonlu sebze meyve üretimi, suni gübre kullanımı, böcek öldürücülerin ve yabancı otlara karşı sıkılan zirai ilaçların tüketimi tarihte daha önce görülmemiş bir hızla yaygınlaştı. Her yıl 500 bin kişinin zehirlenmesine yol açan tarım ilaçları ile kanserojen olan yapay katkı maddelerinin; insan ve çevre sağlığına olumsuz etkileri kanıtlandı. Bu durum, bilim adamları alternatif üretim metotları bulmaya odaklandı. Ne ironiktir ki, modern dünya düzenin neden olduğu sorunların çözümü, uygarlık tarihinin başından bu yana sürdürülen alışkanlıklarda bulundu. 

Tarih öncesi çağlarda avcılık ve toplayıcılıkla başlayan insan-doğa ilişkisinde, tarımsal üretim ve yerleşik hayata geçişle yepyeni bir sayfa açıldı. İnsanoğlu, tarım alanlarının büyük baş hayvanların yardımıyla işlendiği, yemek artıkları ve hayvan dışkılarının gübre olarak kullanıldığı, zaman zaman kendisini yenilebilmesi için toprağın nadasa bırakıldığı çağlar boyunca, kendisini besleyen “Toprak Ana”sına sahip çıktı. İnsanlar, yiyecek ve giyecek gibi temel ihtiyaçlarını karşılaşmak için doğanın sunduğu çeşitli nimetlerden faydalanırken, toprakla ilişkisini hep sürdürdü.  Ancak, Sanayi Devrimi sonrasında gelişen teknolojiler ve ülke nüfuslarının çoğalmasıyla artan ihtiyaçlar; sanayide olduğu gibi tarımda da üretimin modellerini değiştirdi.  Daha çok ürün alabilmek amacıyla yapılan bilimsel çalışmalar, yüzyıllardır sürdürülen doğal üretim sistemlerinden farklı olarak, verimlilik artırıcı katkı maddelerinin kullanılmasını zorunlu kıldı.

1990’lardan bu yana hızla büyüyen organik sektörü, dünya çapında 55 milyar dolarlık küresel bir pazar oluşturuyor. Organik pazarı, sertifikalı gıda ve tekstil ürünlerinden, kimyasallar kullanılmadan üretilmiş ekolojik kozmetik ve deterjan çeşitlerine; geniş bir ürün yelpazesi sunuyor. Doğal ve farklı tasarımlarıyla ön plana çıkan ürünlerin fiyatlarının, piyasadakilere oranla daha yüksek olması tüketicilerin dikkatini çekiyor.  Organik üreticileri, fiyat farkının temel sebebini talep azlığına bağlarken; insan sağlığının değerinin paha biçilemez olduğunun altını çiziyorlar. 

İnsan sağlığı ile yemek arasındaki ilişkinin düzenlenmesi Yahudilikteki ‘Koşer’ kavramının temelini oluşturuyor. Kaşerut kuralları, yenilebilecek ve yenilemeyecek gıdaları belirtirken, aynı zamanda yediğimiz yemekler aracılığıyla kutsal değerlere ulaşmamızı sağlıyor. Peki, Kaşerut kurallarını dünyanın dört bir yanında binlerce senedir sürdüren Yahudi toplumu, gezegenin kaynaklarının sürdürülebilirliği konusunda ne yapıyor? Rabi Zalman Schachter-Shalomi, 1970’lerde günümüzün ekolojik sorunları ile 5000 yıllık Yahudilik geleneklerini bir araya getirerek, ‘eco-kosher’ kavramını ortaya atıyor. Türkçeye ‘eko-koşer’ veya ‘Ekolojik Kaşerut’ olarak tercüme edilebilecek bu kavram, yemekleri yaparken Kaşerut kurallarına olduğu kadar, ekolojik dengeye de özen gösterilmesi gerektiğinin altını çiziyor. 

Eko-koşer kavramını daha da ileri götürülmesini savunuyor ve bu olgunun gıda dışındaki konulara da uygulanabileceğini öne sürüyor.  Rabbi Waskow’a göre, çevreye zarar veren ve ahlak kurallarını hiçe sayan modellerle üretilmiş her türlü ürün, eşya veya enerji kutsal ‘koşer’ özelliğini kaybediyor. Doğaya zarar verdiği için eko-koşer olmayan ürünlere örnek olarak, plastik malzemelerle kurulmuş bir Suka çadırını, sürdürülebilir ormanlar yerine, doğal bakir ormanları keserek üretilmiş bir deste kâğıdı veya nükleer enerjiden elde edilen elektrik enerjisini gösteriyor.  Kimi Yahudi din adamı, Kaşerut kanunlarının farklı konular için kullanılmasına itiraz etse de; başta Amerika’da olmak üzere birçok ülkede eko-koşer felsefesini takip edenlerin sayısı hızla artıyor.

Çağımızın telaşlı ruh halini yansıtan “daha hızlı, daha çok, hemen şimdi” mottosu, insanların doğal kaynaklar üzerindeki talebini tarihte görülmemiş bir şekilde artırıyor. İki gün önce yedi milyarıncı vatandaşına merhaba demiş olan dünyanın, sadece 40 sene sonraki nüfusunun 9 milyarı aşacağı tahmin ediliyor.  Gezegenimizin kısıtlı doğal kaynaklarının artan ihtiyaçları karşılayabilmesine yardımcı olma sorumluluğu, ayrı ayrı her birimize düşüyor. İster yeşil dallarla süslenmiş bir çadırda, isterseniz de masmavi bir gökyüzünün altında oturuyor olun, tükettiğiniz gıdaların doğaya zarar vermeden üretildiğine emin olun. Siz karnınızı doyururken, verimli topraklar sağlığına aç kalmasın.