Kitapların ardından/ Haymatlos

<p>2. Dünya Savaşı’nda Türkiye’ye gelen Yahudi Alman profesör ve bilim adamları, 1944 yılında Türkiye ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkilerin kopmasının ardından ‘vatansız’ olarak kaldılar… Haymatlos, Türkiye’de kalan vatansız Almanların bugüne kadar pek kimse tarafından bilinmeyen hikâyelerini anlatıyor</p>

Perspektif
26 Ekim 2011 Çarşamba

Galya KOHEN AFYA

 

Siz de benim gibi bu kelimeyi ilk defa duyanlardan mısınız? ‘Haymatlos’ diye bir kitabın çıktığını ilk öğrendiğimde kitabın konusundan önce kelimenin anlamını öğrenme ihtiyacı hissettim. Haymatlos kelimesini, kitabın yazarı Kemal Yalçın önsözünde şöyle açıklıyor: “1944 yılında, Türkiye ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkiler koptuktan sonra, ülkelerine dönmeyi kabul etmeyerek Türkiye’de kalan Almanlar vatansız durumuna düşmüşlerdi. Bu insanlara Almancası ‘Heimatlos’ olan ve Türkçesi vatansız anlamına gelen ‘Haymatlos’ kimliği verilmişti. ‘Haymatlos’lar Kırşehir, Çorum ve Yozgat’a enterne edilmişlerdi. Böylece ‘Haymatlos’ kavramı Türkçe’ye girmiş oldu. Daha sonra bu kavram ‘Haymatlos’ biçimine dönüşerek Türkçe sözlüklerde yer aldı.”

Kemal Yalçın’ın eseri Haymatlos, 2. Dünya Savaşı’ndan birkaç yıl önce başlayan ve savaş sırasında devam eden bir süreci anlatıyor. Öyle bir süreç ki, Nazi karşıtı, anti-faşist, hümanist, bilim adamı ya da sade vatandaş birçok Hıristiyan ya da Yahudi Alman vatandaşlarının ülkelerini terk edip, hayatlarının değişmesine sebep olmuş. Zülfü Livaneli’nin çok ilgi gören son kitabı Serenad romanının konusu Almanya’yı terk edip Türkiye’ye gelen bir bilim adamı ile ilgiliydi. İşte Yalçın’ın 631 sayfalık kitabı ise, romandaki bu konunun tarihini farklı açılardan ve daha derinlemesine öğrenmek isteyenler için gerçekten ilgi çekici. Özellikle de Avrupa kültürü ile yoğrulmuş bu insanların Almanya’nın bilim, sosyal ve kültür hayatından kopup hiç bilmedikleri bir ülkenin sistemine alışmaya çalışırlarken, önceden haber verilmeden bir sabah evlerinden alınıp Kırşehir, Çorum ve Yozgat’a sürülüp orada bir sene boyunca kırsal hayatta yaşamaya çalıştıklarını okumak benim için çok şaşırtıcı oldu.

Kitabın temeli Yahudi Ordinaryüs Profesör Ernst Eduard Hirsch ve annesi Yahudi, babası Hıristiyan olan Cornelius Bischoff’un hayatlarına dayandırılıyor. Sadece onlarla sınırlı kalmayıp Prof. Albert Malche, Prof. Dr. Philipp Schwartz, Prof. Dr. Clemens Holzmeister, Carl Ebert, Prof. Ernst Reuter, Prof. Eduard Zuckmayer gibi önemli insanların da yaşadıkları ile o dönemde Türkiye ve Avrupa’da yaşananları anlatıyor.

1902 yılında Almanya’da doğan hukukçu Prof. Dr. Ernst Eduard Hirsch, Mart 1933’te Yahudi kökenli olması nedeniyle üniversitedeki görevinden ayrılmaya mecbur bırakılmış ve aynı yıl Türkiye’ye iltica etmiş. Daha sonra 1943 yılında Türk uyruğuna geçen Hirsch, Ankara ve İstanbul Üniversiteleri’nde 20 yıl hocalık yaptı. Türkiye’ye gelen Alman hocaların üçüncü yıldan itibaren dersleri Türkçe verme yükümlülüğü vardı. Hirsch tek kelime Türkçe bilmeden Almanca olarak çevirmen aracılığı ile başladığı hukuk derslerini, dördüncü yıldan itibaren çevirmensiz olarak Türkçe vermeye başladı! Hirsch aynı zamanda Türk hükümetine çeşitli konularda danışmanlıklar da yaptı ve bilimsel anlamda Türk hukukunun her alanında önemli etkinliklerde bulundu. Örneğin Ticaret Yasası’nın oluşturulmasında çok büyük katkıda bulunmuş, Medeni Kanun ile Ticaret Kanunu arasındaki çelişkileri gidermiş ve 1951 yılında “Atatürk Yasası”nın hazırlanmasını sağlamış. Yine CHP’nin altı okunun Anayasa’ya girişine de ön ayak olmuş. “Pratik Hukukta Metot” isimli eseri hâlâ yeni baskıları yapılan bir hukuk kaynağı.

Cornelius Bischoff’un ise hayatı bir filme konu olacak kadar ilginç. Çocukluğunu Almanya’da geçiren Cornelius’un anne babası, oğullarının Nazi subaylarının etkisi altına girebileceğini fark edip, 1939 yılında ülkeyi terk etmeye karar vermişler. Annesinin Türk kökeninden dolayı İstanbul’a yerleşmişler ve böylelikle Cornelius’un gençlik yılları Türkiye’de geçmiş. St. George Avusturya Lisesi’ne yazılan Bischoff, ressam Orhan Peker gibi hayatındaki en yakın dostlarını da bu okulda edinmiş. Daha sonra enterne edildikleri Çorum hayatına da alışmaya çalışmış, böylelikle de kendini her türlü hayat şartlarına kolay adapte edebilen bir insan haline getirmiş. Üniversite dönemi geldiğinde ise, savaş bitip Almanya sakinleşmeye başladığında hukuk okumak için Almanya’ya geri dönmüş. Fakat on bir yaşından yirmi yaşına kadar sadece dokuz senesini geçirdiği İstanbul ve Çorum’da yaşadıkları, tüm hayata bakışını şekillendirmiş. Hayatının ileriki dönemlerinde yaptığı başta Yaşar Kemal olmak üzere Türk edebiyatından çeviriler ve kültür sanat faaliyetleri ile Türkiye ile olan bağını pekiştiren Bischoff, kendini Türk ve Alman olarak tanımlıyor ve o zorlu dönemde Türkiye’nin mülteci olarak onları bağrına basmasını her zaman hatırlıyor.

Haymatlos, yurdundan sürülmek, gurbette yaşamak, bir yere ait olup olmama konusunu okuyuculara sık sık sorgulatıyor. Anlık olayların (örneğin Almanya’dan çıkabilmeyi başarmak gibi) insanın varoluşunu belirlemesi ve kendinden sonraki kuşakların hayatlarını iyi/kötü biçimlendirmesi, insanın kendi iradesi dışında gelişen olaylara alışabilmesi ya da alışamayıp, bununla hayatının ilerleyen dönemlerinde barışması gibi insanlık hallerinin hepsi bu kitapta yer alıyor.

Kitap 20. yüzyılın önemli bir dönemini farklı kişilerin hayatı penceresinden hayli detaylı anlattığından ve yer yer de tarihi bilgiler verdiğinden dolayı okurken konsantrasyon gerektiriyor. Kitapta hayatları anlatılan kişilerin ve ailelerin yaşadıkları birbirini tamamlasa da okurken bazen kopma yaşanabiliyor. Kitabı bitirdiğimde içimden ilk anda “yazar bu yaşananları iki farklı kitapta anlatsaydı daha mı iyi olurdu?” diye bir düşünce geçtiyse de, daha sonra konunun bütünlüğünü korumak adına bu şekilde yapılmasının daha iyi olmuş olduğunu düşündüm. Çok ciddi bir emek ve araştırmanın olduğu kesinlikle fark edilen Haymatlos’u, bu tarihi dönemde hem Almanya’daki olayları hem de Türkiye’nin politik ve sosyolojik yapısını öğrenmek için okumanın çok faydalı olduğunu söyleyebilirim.