Seni uzaktan sevmek...

İngiliz yazar David Nicholls kendi romanından senaryolaştırdığı film, 20 yıl boyunca birbirlerini uzaktan seven, tanışmalarının yıldönümlerinde bir araya gelen iki güzel ve karizmatik insanın öyküsünü anlatıyor. Kadın-erkek ilişkilerini merkeze yerleştiren film, ilişki, başarı, çapkınlık, evlilik, ihanet, sadakat, çöküş ve pişmanlık temalarını bir araya getiriyor. 

Viktor APALAÇİ
26 Ekim 2011 Çarşamba

Kadın-erkek ilişkilerini merkeze yerleştiren film, ilişki, başarı, çapkınlık, evlilik, ihanet, sadakat, çöküş ve pişmanlık temalarını bir araya getiriyor. Yılın 364 günü yataklarını başkalarıyla paylaşıp yaşayan iki gencin, sadece bir gün araya gelip, farklı insanlarla yaşadıkları 364 günden hiç etkilenmemeleri bana pek inandırıcı gelmedi. Ancak film, Hollywood’un yükselen yıldızı Anne Hathaway için izlenmeyi hak ediyor.

Danimarkalı kadın yönetmen Lone Scherfig’i, on yıl önce “Yeni Başlayanlar için İtalyanca” filmiyle tanıyıp çok sevdik. Dogma akımının bu güçlü temsilcisi uluslararası şöhreti yakaladıktan sonra, kırılgan bir aşk hikâyesi anlattığı “Aşk Dersi / An Education” (2009) ile olgunluk sınavından geçti.

“Çok satan” üç romanı ve televizyon için yazdığı senaryolarla tanınan, popüler İngiliz yazar David Nicholls’ın son romanı “Bir Gün / One Day”ini sinemaya aktaran isim Lone Scherfig.

Konusu ve bilhassa sarsıcı finaliyle, Eric Segal’in ölümsüz romanı “Aşk Hikâyesi / Love Story” ile akrabalıklar taşıyan “Bir Gün”, dramla trajedi arasında gidip gelen romantik bir öyküye sahip.

Yirmi yıl boyunca n birbirlerini uzaktan seven, tanışmalarının yıldönümlerinde bir araya gelen iki güzel ve karizmatik insanın öyküsü herkese cazip geldi.

Kadın-erkek ilişkilerini merkeze yerleştirerek, David Nicholls’un yirmi yıl boyunca iki kişinin bir gününü anlatması çok tuttu.

İlişki, başarı, çapkınlık, evlilik, ihanet, duyarsızlık, sadakat ve çöküş temalarını ustalıkla birleştiren “Bir Gün”ün duygusal ve dokunaklı bir film olduğu şüphe götürmez.

Öykü anlatmadaki becerisiyle Lone Scherfig, romanın yazarı Nicholls’ın elinden çıkma senaryoyu mükemmel bir sinematografi eşliğinde beyaz perdeye aktarmış.

Üniversiteden mezun oldukları 15 Temmuz gününü, 20 yıl süreyle buluşup birlikte geçiren iki gencin öyküsü bana inandırıcı olmaktan uzak geldi.

İşçi sınıfından gelen, profesyonel hayatında merdivenleri emin adımlarla çıkmayı deneyen fakir kızla, zengin aileden gelmenin şımarıklığıyla, bir baltaya sap olmakta zorlanan, küstah ve mağrur delikanlının, ömür boyu süren “bir dargın, bir karışık” beraberlikleri bana pek akla yatkın gelmedi.

Şöyle ki yılın 364 günü yataklarını başkalarıyla paylaşıp yaşayan iki genç, her yıl 15 Temmuz’da bir araya geliyorlar ve o yıl birbirlerinden ayrı, farklı insanlarla geçirdikleri 364 günden hiç etkilenmiyorlar.

Birbirlerini çok seviyorlar ama her nedense birlikte yaşamayı seçmeyip, sevmedikleri insanların yanına koşuyorlar.

YETER Kİ GEL BANA SENEDE BİR GÜN

Anne-babasının onaylamadığı bir işte, güzel kızların cirit attığı televizyon dünyasında sunuculuk yapan Dexter, sorumluluk almayarak, farklı rüzgarlara kapılarak, sadece sekse dayanan sayısız ilişki yaşar.

Hiç kimseden destek görmeksizin, öğretmenlikte karar kılan Emma, sevmediği ancak dürüstlüğüne inandığı bir erkekle evini paylaşır.

Çağan Irmak’ın “ıssız adam”ı gibi, aşkı ve sevgiyi tanımada, gününü gün etmekle yetinen, kalabalıklar içindeki Dexter, yalnız ve mutsuz olduğunun bilincine çok geç varır. Emma’nın kaderi ise yirmi yıldır sevdiği tek erkeği uzaktan izlemektir.

“Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” diyen Emma, “Yeter ki gel bana senede BİR GÜN” adlı popüler şarkımızı, tutumuyla adeta doğrulamaktadır.

Kendisini yirmi yıldır seven bir kadını, görmezden gelerek daldan dala konan playboy Dexter”in yaşadığı çöküş süresiyle, film pişmanlık temasını işliyor.

Film iki başrol oyuncusunun mükemmel performansları için izlenmeyi hak ediyor. “Love Story”nin efsanevi çifti Ali McGraw ve Ryan O’Neal’in yerini alan, Hollywood’un yükselen yıldızı Anne Hathaway ile sürpriz oyuncu Jim Sturgess filmi baştan sona sürüklüyorlar.

Dexter’in babasını oynayan Ken Stott (Filmekimi’nde izlediğimiz) “Tost” filmiyle benzer kaderi paylaşıp, yine eşi hastalanıp ölen, dul aile reisini canlandırıyor.

Başta final jeneriği olmak üzere Rachel Portman’ın film için seçtiği müzikler çok iyi.

“ONE DAY”

Yön: Lone Scherfig Sen: David Nicholls

Müzik: Rachel Portman

Görüntü: Benoit Delhomme

Oyuncular: Anne Hathaway

Jim Sturgess,Tom Mison, Jodrie

Whittaker – Patricia Clarkson,

Ken Stott, Tim Key

“KARA PRENS” UDAY HÜSEYİN

“Şeytanın İkizi / The Devil’s Double” Filmekimi programındaki filmlerin ilk vizyona gireni oldu.

Film, insanları olur olmaz işkence edip öldürmesiyle, kadınları dövmesiyle meşhur, Saddam Hüseyin’in oğlu Uday’ın hayatından bir kesiti ekrana taşıyor.

Ahlâksız, yoz, hukuk tanımaz bir despot olan, Kara Prens lakaplı Uday Hüseyin, kendisine son derece benzeyen Irak ordusu subaylarından Latif Yahya’ya dublörü olmayı teklif eder. Saddam’ın sarayına davet edilen Latif’in tercih hakkı yoktur. Ya Uday’ın dublörü olacaktır ya da bütün ailesi öldürülecektir.

20. James Bond filmi “Bir Başka Gün Öl / Die Another Day”den hatırladığımız, aksiyon filmleri yönetmeni Lee Tamahori’nin yönettiği “Şeytanın İkizi”nde Uday ve Latif’i aynı aktör, Dominic Cooper canlandırıyor.

Bu vasat filmde Uday’ın favori sevgilisi ve casusu, “femme fatale”i, Fransız aktris Ludivine Sagnier oynuyor. Başındaki rengarenk peruklarına rağmen Arap kızına benzemeyen, inandırıcılıktan çok uzak bir kompozisyon çizen yetenekli aktris kariyerinin en kötü performansını veriyor.

Sınırsız güç, lüks arabalar, sefahat, kan, yalan ve uyuşturucuyla dolu bir dünyaya alışmakta zorlanan Latif, hem kendisi hem ailesi için bir ölüm-kalım mücadelesi verecektir.

Film, Uday Hüseyin hakkında öylesine kara bir tablo çiziyor ki, baba-oğulun birlikte yer aldığı sahnelerde, gaddar bir despot olarak bilinen Saddam Hüseyin, oğlunun yanında melek gibi duruyor.

Sadece Ortadoğu entrikalarına meraklı olanlara, aksiyon filmlerinin iflah olmaz tutkunlarına hitap edebilecek vasat bir film.