“Araştırma enstitülerini uzun dönemde barışın önemli birer aktörü olarak görüyorum”

Prof. Dr. Nora Şeni 2008 yılından beri Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nde (IFEA) müdür olarak görev yapıyor. Özellikle hayırseverlik, mesenlik, kent tarihi konularıyla ilgili araştırma kitaplarıyla tanınan Türk asıllı Fransız akademisyen ile enstitüyü ve gelişen bir dünya kenti olarak İstanbul’u konuştuk

TUNA SAYLAĞ
11 Ocak 2012 Çarşamba

Paris VIII Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Nora Şeni, aynı zamanda birçok kitabın da yazarı. Kamondolar, Marie ve Marie, Seni Unutursam İstanbul, Oryantalizm ve Hayırseverliğin İttifakı bu eserlerin bazıları…

Enstitü hakkında bizi biraz bilgilendirir misiniz? Misyonu nedir?

Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA), 1930’da önceleri arkeolojik ağırlıklı olarak kuruldu. Daha sonra araştırma alanlarını Osmanlı tarihi, siyaset bilimi, kentleşme ve kent planlaması gibi dallara açtı. IFEA, Fransız ve Türk araştırmacıları, üniversiteleri ve araştırma birimleri arasındaki ilişkileri geliştirmeye yönelik çalışır. Fransa’dan buraya gelen herhangi bir araştırmacının, sadece master ya da doktora öğrencisi bile olsa, Türkiye’de mutlaka bir kütüphane, bir üniversite ya da bir arşiv idaresiyle ilişkisi vardır. Enstitüde geçirdiği zaman süresinde bu bağlantılarını genişletir. Türkiye’de kaldığı süre zarfında bu ilişkiler giderek köklenir ve Fransa’ya döndüğünde mesleğini yapabilmesi bu ilişkilerini devam ettirmesine çok bağlıdır.  Çünkü artık o kişi, Anadolu arkeolojisi, Türkiye siyaseti, Bizans ya da Osmanlı tarihi gibi alanlarda bir uzman olarak mesleğini icra edecektir. Dolayıyla Türkiye’deki bilimsel çevrelerle, üniversitelerle, müzelerle olan ilişkisini kesmeyecek ve başlı başına bir kültürel/bilimsel köprü teşkil edecektir.

İFEA’da yaklaşık 30 bin kitaplık önemli bir kütüphanemizin yanında bir de kartotekimiz var. Buradaki kitaplar, arkeoloji başta olmak üzere tarih, sanat tarihi, siyaset, şehircilik alanlarında. Kartotekimizde önemli bir harita bazımız var. Üç yıl önce başladığımız yeni bir hizmet de burada yapılan bütün konferansların videoya alınıp web sitemizden çevrimiçi sunulması. Yakın zamanda elektronik kitap basımına da başlıyoruz.  Bu, araştırma neticelerini daha hızlı kitap haline dönüştürüp, bilimsel dünyayla paylaşmamızı mümkün kılacak. Bir yeniliğe daha imza attık; tercüme politikası başlatıp Türkçe kitap yayınına geçtik. Fransız araştırmacılarının buradaki araştırmalarının neticelerini Türkçe basabiliyoruz, aynı şekilde Türkiyeli araştırmacılarınkini de. Bu işi iki editörle, İstanbul Kitap Yayınevi ve İsis, gerçekleştiriyoruz.

Enstitünün faaliyetlerinden pek haberdar olamıyoruz…

3000 kişilik e-postalistemize her ay programlarımızı bir haber bülteni ile bildiriyoruz. Bu e-posta listesiiçinde cemaatinizden birçok isim var. Bunun dışında etkinlik programlarımızı duyuran aylık Toplumsal Tarih Dergisi ya da elektronik ‘Le Petit Journal’ gibi medya organları var. Dilerseniz programımızı siz de, yani Şalom’da okuyucularınıza duyurabilirsiniz, ilgilenenler hoş gelirler. Seminerlerimiz, sempozyumlarımız, kütüphanemiz, kartotekimiz herkese açık. Seminerlerimize ilgi yoğun, seanslar oldukça kalabalık. Bu seanslarda yapılan araştırmaların neticeleri, getirdikleri sorular, hipotezler paylaşılıyor. Burası bilimsel bir platform ancak yalnızca akademisyenlere, öğrencilere hitap etmiyor, konusuna göre pekâlâ ilgili kişilere de faydalanabilir. Seminerlerimizin nasıl geçtiğini görmek isteyenler, neler yaptığımızı, programlarımızı, haberlerimizi izlemek isteyenleri hayli iyi işleyen web sitemize davet ediyorum: www.ifea-istanbul.net. Oradan seçimlerini yapabilirler ve hangi etkinliklerimize katılmak isteyeceklerine karar verebilirler. Etkinliklerimiz herkese açık ve hoş gelirler.

Türk kökenleri olan biri olarak enstitüye farklı bir bakış açısı getirdiniz mi?

Tabii; belki Türkiye’nin inceliklerini daha kolay yakalıyorum ancak Türkiye kökenli olmayan Fransız Osmanlıcılar ya da Anadolu’da çalışan Fransız arkeologlar,  araştırmacılar son derece donanımlılar, ihtisaslarında son derece keskinler, öyle ki aramızda pek fark yok.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından yürütülen ‘İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri’ projesi kapsamında, İstanbul’da Özel Kültür Politikası ve Kentsel Alanbaşlıklı bir kitap kaleme aldınız. İçeriğinden söz eder misiniz?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri sırasında Kültür Bakanlığı ile birlikte İstanbul Kültür Envanteri projesini gerçekleştirdik. Bu çerçevede birçok kitaptan oluşan bir koleksiyon çıktı. Bu projenin altı ortağı vardı, herkes bir ucundan tuttu. Benim yazdığım kitap da bu koleksiyon dâhilindeydi. Enstitü olarak biz bu projenin hem destekçisi hem ortağı olduk. Şöyle ki; kartotekimizde bulunan nadir eski İstanbul haritaları projenin alt yapısını oluşturdu. Bu haritalar bugün kullanılabilir hale getirildiler, envanterin saptadığı müze, tiyatro, vs gibi kültür mekânları bu haritaların üzerine işlendi ve internet ortamında erişilebilir oldu.

Benim ‘Kamondolar’la başlayan daha sonra ‘Les İnventeurs de la Philanthropie Juive’ kitabımla devam eden hayırseverler ve sanat hamileriyle (mesen) ile ilgili araştırmalarımın ardından ‘İstanbul’da Özel Kültür Politikası ve Kentsel Alan’ başlıklı kitabım yayınlandı. Burada, Türkiye’de son yıllarda müze açan, sanat koleksiyonu oluşturan ve onu bağışlayan, bunları yaparken İstanbul’un imajını değiştiren, İstanbul’u dünyanın sayılı metropollerinden biri haline getiren bu ivmeyi, ivmenin aktörleri olan kişi ve aileleri araştırdım. Müze, kütüphane kurmak, sanat koleksiyonu oluşturmak ve onu kamusallaştırmak yeni bir olay değil. Dünyada özellikle 19. yüzyılda ABD, Avrupa ve özellikle Fransa’da kuvvetle var olan bir olgu. Sosyal devlet anlayışı başlayınca bu kültür politikasını, bu ‘hizmeti’ devlet üzerine alıyor. Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında sivrilen, burjuvazinin liderliğini üstlenen iş adamları ve aileler 80’lerden, 90’lardan itibaren önce üniversite sonra müze kurmaya yöneliyorlar. Sadberk Hanım Müzesi, Rahmi Koç Müzesi, Pera Müzesi, Sabancı Müzesi, İstanbulmodern, Rezzan Has Müzesi bu ivmenin ürünleri. Eczacıbaşı hariç, bu aileler önce üniversite kurdular sonra sanata geçtiler. Tıpkı Kamondolar’ın yaptığı gibi sanat koleksiyonları oluşturdular ve onları kamuyla paylaştılar. Bugün, dünyada sanat koleksiyonculuğu yeni bir ivme yaşıyor. Eskisine göre farklı olan, bu hareketin ekseninin batıdan doğuya, yani Avrupa ile Amerika’dan Kore, Çin, Japonya ve Arap ülkelerine doğru kaymış olması. Mesela Abu Dabi’de, Saadiyat Adası, dünyanın en önemli müzelerinin bir nevi acentesi olacak. Tate Modern, Louvre, Guggenheim bunlardan birkaçı. Bunları barındıracak binaları dünyaca ünlü mimarlar inşa ediyor, Fransız Jean Nouvel, Amerikalı Frank Gehry gibi…

Tekrar kitaba dönecek olursak; burada ilgilendiğim konu İstanbul’daki bu ivmenin, bu dinamiğin nereden kaynaklandığı, aktörlerinin kimler olduğu ve ne gibi sonuçlar doğurduğu. Bu ivmeyi nasıl tarif etmeli ve tarih içerisinde nereye oturtmalı… İlk önce ABD’deki Rockefeller gibi Amerika’da kültürel altyapıyı belirlemiş ailelerden söz ediyorum. 19. yüzyılda sanat koleksiyonculuğu ve hamiliği, elit aile olmanın olmazsa olmaz bir davranış tarzı. Bugün Türkiye’de de bunu andıran bir gelişme var; kurulan müzeler, organize edilen uluslararası festivaller ve bienaller, açılan yeni galeriler İstanbul’un yüzünü değiştiriyor. İstanbul, bu memlekete görkemli bir vitrin oluyor. Amaç bu kenti tarihiyle, kültürel mirası ve yeni sanat/kültür mekânlarıyla dünya metropolleri arasında saygın bir yere oturtmak. Ancak bu siyasetin yani Türkiye’deki bu kültür politikalarının aktörleri kamu değil, bu seçkin aileler. 

Habertürk TV’nin ‘Söz Sende’ programında Balçiçek İlter ile yaptığınız söyleşinin bir özetini okudum. Orada; Yahudi Soykırımı’yla yüzleşmenin ve sorgulama çabalarının Avrupa’da bir literatür, özgün bir bilinç ve hassasiyet oluşturduğunu, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı ve oradaki travmayı yaşamadığı için Yahudilerin bile o hassasiyeti paylaşmadığını belirtmişsiniz…

Balçiçek İlter’le konuştuğumuz şuydu: Soykırımla yüzleşme ve sorgulama çabalarının Avrupalı olmanın bir parçası olduğunu düşündüğümü söyledim. Türkiye’nin bu savaşı yaşamama şansından dolayı bu travmayı yaşamadığını ve savaş sonrası gelişen sancılı sorgulamayı paylaşma nedeninin olmamış olduğunu ekledim. Savaş sonrası gelişen bu acılı sorgunun ve literatürünün de parçası olmadı. Bunu Avrupalılarla paylaşmadı. Nasıl paylaşabilirdi ki, kendi tarihi değildi ve son derece zor bir sorgulama idi. Soykırımdan sonra şöyle bir şey oldu: dünya olanları yavaş yavaş keşfetti. Kamplar açıldı, ne olduğu görüldü ama hemen olay gerektiği gibi idrak edilemedi. İdrak etmek zaman aldı. Kamplardan sağ kurtulanlar uzun süre konuşmadılar çünkü onları dinleyecek, onları duyacak organları yoktu insanların. Savaş bittikten 20 yıl sonra, özellikle Eichmann davasından sonra, bir sorgu sual patlaması yaşandı. Yani bu olaylar nasıl mümkün oldu, bunları yapanlar insan değil miydi, canavar mıydılar, neden canavarlar oluşmuştu bu medeniyette? Daha sonraları bu travmayı yaşayanlar konuşmaya başladılar ve “böyle bir vahşetten sonra biz kimiz? Bu medeniyet nedir? Bundan sonra nasıl edebiyat yapılır, felsefe ne gibi sorular sorar? Bu nasıl bir insanlık?” gibi sorular çıktı ortaya. Türkiye’de kimsenin, Yahudilerin bile, bu sorgu sualin parçası olmasını gerektirecek koşullar yoktu. Bu durum birkaç seneden beri değişti. Bu değişimin muhtemelen önemli bir etkeni Cemaat’in Soykırım’ı (Shoah) anmaya başlaması ve bunu toplumun diğer kesimleriyle paylaşması. 

Son olarak burada olmaktan mutlu musunuz?

Çok mutluyum. Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü ve buradaki işimi önemsiyorum. Bu gibi kurumlara birer mücevher gibi bakmak gerektiğini düşünüyorum, zira bu kurumları–biraz şaşaalı bir formül olacak, ama olsun- uzun dönemde sulhun, barışın önemli, etken birer aktörü olarak görüyorum