Tutunamayanlar, ben ve biz

Köşe Yazısı
14 Eylül 2011 Çarşamba

David Ojalvo

Son dönemde Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ adlı romanını okudum. Yaklaşık 40 yıl önce yayımlanan eserde, kendimi, ülkemi ve günümüzü anlamaya bir kez daha çalıştım. Romanı tamamladıktan sonra içimi yakan soru şu oldu: “Daha farklısı nasıl olabilir(di)? Tutunmak; ama nasıl?

***

Romanın kahramanlarından Selim intihar etmiştir. Selim’in ardından dostu Turgut, Selim’den kalan tüm izleri takip eder. Selim’in diğer arkadaşlarıyla görüşür, yazdıklarını okur, anılarını yeniden yaşar. Bu süreçte, Turgut’un kendi yaşamının tüm parçaları çözülür. Selim’in ölümü karşısında, aile, iş, mühendislik gibi anlamlılığına inandığı tüm kavramlar boşluğa dökülür. Bir çıkış var mıdır? Hiçbir yanıt, Selim’den ve onun ölümünden daha keskin ve sahici değildir.

Romanın kaleme alındığı 1970’li yılların başından günümüze, ‘tutunanlar’ ve tutunamayanlar nereye vardı? Tutunamayanların öyküsü, Selim’in günlüklerinde anılan kahramanların ki kadar sessizlikte kalmaya mahkûmdu. ‘Tutunanlar’ ise oyunu kuralına göre oynamaya devam mı ettiler? Yazarın, işaret ettiğine kanaat getirdiğim, özünde kimsenin kazanmadığı bir oyuna?... Günümüzde dev bir küre herkesin üstünden geçmeye çalışıyor. Kuralları kabul ediyoruz. “İster istemez kabul ediyoruz” demeye dilim ne yazık ki varıyor ve başka türlü davranmaya da birey direnç gösteremiyor. Odaklar dağılıyor, dağıtılıyor, yön değiştiriyor çoktandır. İdealizmin kaleleri bir bir düşerken, hem bir dönüşüm gerçekleşiyor, hem de oyun, tutunamamanız üzerine kurallarını, diktalarını sağlamlaştırıyor. Bu manzara karşısında belki de günümüzün yalnızlığı Selim’indekinden çok daha büyüktür, belki de değildir. Sonuçta Don Kişot varlık buluyor sayfalarda. Don Kişot on yedinci yüzyıldan sesleniyor. Onu hafife almayın veya hezeyanlarına gülüp geçmeyin; bir gayret anlamaya çalışırsanız, içiniz sızlayacaktır. Tutunduklarımız, kalıcı değildir. Sanallaşan dünya, bilgisayarın içindeki değil; asıl dışındaki dünyadır.

***

Selim, ne yazık ki intihar ediyor. İntihar etmekten başka çıkar yolu bulamaması okuru düşündürmeli… Selim’in çevresi, elbet bu ölüm karşısında sarsılıyor; ama arkadaşları yolun bir yarısında, bir yanıyla Selim’i terk etmişlerdir. Bu ölümü en fazla Turgut içselleştiriyor, vicdanıyla şiddetli bir şekilde yüzleşiyor ve dostunun yolunda kayıplara karışıyor. Gelişmeleri anlatırken de, 70’li yılların başındaki birey, yaşantı, bürokrasi üzerine yazar net bir portre çiziyor. Romandaki ince alayı, o dönemi yaşayanların daha iyi göreceği açık… Kendi kuşağım adında, alaylar içinde yaşayan ve basitlikten sıyrılamayan bir gençliğe tanık olduğumu söylesem, Oğuz Atay bana hak verir miydi?... Kendi dönemindeki benzerlikleri dile getirse, yüreğime çok da su serpilmezdi sanırım. Sonuçta büyük resme baktığımızda, “tutunamayanların yolu artık biraz da buralardan geçiyor” derdik, “gününüzün afyonu, tuzağı bunlar.

Merak ediyorum. Yazar, romanında kendisini nerede konumlandırırdı? Eğer Selim kendisini temsil ediyorsa, yanıtyazmaktaydı. Gerçek tutunma çabasının karşılığı yazmak ve anlatmaktı. Don Kişot’un kılıcı, yazarın kalemiydi. Ne var ki burada da, çok önemli bir başka nokta karşımıza çıkıyor: durum tespiti yapmaktan öteye geçmek. Dünya tarihinde az sayıda lider, toplumunu öteye taşıdı ve yaratılan değerler, tutunamamamızı sağlamak üzere hızla erozyona uğratılıyor. 

Kalemi elime aldım ve ben de durum tespiti yapmaktan öteye geçemiyorum. Oğuz Atay’ın romanı, güncelliğini korumaktan ziyade, kanımca bir çağrı, bir uyarıdır. Oysa biz Selim için, Turgut için üzülmeye devam ediyoruz. Kitabı anlıyoruz da… En iyi olasılıkla, yıldızları seyrediyoruz, bir mucize bekliyoruz, oyunun kuralına öyle veya böyle uyarken.  Selim’in ölümü kadar, sessiziz hepimiz.