Çığlığa kulak verin

Ölüm, hayatın yegâne mutlak gerçekliği. Ölüm, kaçınılmaz. Er veya geç yanımıza gelecek. Ya, Tanrı'nın izin vermediği ölüme, öldürmeye ne demeli? 14 yaşındaki genç oğulun çığlığına kulak verin lütfen.  

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
24 Ağustos 2011 Çarşamba

Serin bir yaz sonu gecesi. Marmara Denizi’nin orta yerinde yüksekçe bir tepeden bakışta havada asılı kalarak yorgun gövdesiyle gökleri şenlendiren Ay, insana hem güven veriyor, hem de hayatın tek mutlak gerçeği olan ölümü düşündürtüyor nedense.

Şu kahpe dünyada sizi aldatmayacak yegâne varlığı söyle deseler, tereddütsüz, her ayın aynı günü hep aynı yerde havada asılan küçücük güven küresini gösterirdim. Bıkmadan, usanmadan her ay aynı noktadan size hayatın tek değişmez gerçeğini hatırlatıyor. Ölümü hatırlatıyor. Belki de ölümü de simgeliyor. Kendisi ne kadar gerçek, ne kadar düzenli, ne kadar emin ve kaçınılmaz olarak sizin karşınızda olduğu gibi hayatın tek mutlak gerçeğinin de ölüm olduğunu da anımsatıyor. Geleceğimizde ne olacağını, başımıza neler geleceğini hiç kestiremezken tek bir gerçeğin er veya geç bizi Ay gibi aldatmayacağını ve karşımıza çıkacağını anlıyoruz o havada asılı duran yuvarlak ışığı gördüğümüzde.

Sonra, hayatın anlamını kavramaya odaklanıyorsunuz, yaşamın tek kaçınılmaz gerçeğinin bilinciyle. Montaigne’nin, “düşünmek aslında ölmeyi öğrenmektir” sözüne takılıyorsunuz. Yoksa, ölüm düşüncesi, aklımızın bir köşesinde, her türlü davranışlarımızı da yönlendirmekte?

Spinoza dememiş miydi, “özgür insan hiç bir şey düşünmez, ölüm hariç”

Yoksa, hayatın her anında ölmek üzere mi ayaktayız? Yoksa, doğum, ölümün başlangıcı mıydı?

Bütün bu düşünceler, belki de dünyadan gittikçe ümidini yitiren kifayetsiz bir ruhun hezeyanları olabilir. Veya, dünyanın tüm sorunlarını kendi şahsi dertleri olarak gören bir yük hayvanı misali yorgun bir ruhun kâbus sayıklamaları de olabilir. Lâkin, “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” sözü gibi ölümü sabırsızlıkla bekleyen, hayatın sıkıntılarını alternatif olarak ölümü gören bir keşiş ruhun sessiz çığlığı olmadığına eminim.

Her şeye karşın, hayatın bir avuç sevdiklerin ve sevenlerinle anlamlı bir yörüngede ilerleyebileceğine inanmak gerek. Ama hayatta olunduğunun kanıtı olarak başkaldırmak veya en azından teslim olmamak da gerek; Şeytana, kötülüğe, adaletsizliğe karşı durmak gerek...

Ve birden, 14 yaşındaki bir genç çocuk uyandırır sizi nitekim. Şöyle der hüzün mektubunda: “Babam suçsuzdu, en az sizin kadar suçsuzdu!”...

Dağlar kadar haklıydı isyanında genç çocuk. Babasının 8 yıl önce bir sabah onu öpüp işine gittiğini zar zor hatırlarken onu bir daha hiç göremeyeceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Lâkin babası, Yasef Yahya sabah evi terk ettikten sonra hayatın en gaddar zulmüne maruz kalacak ve salt etnik kimliğinden dolayı yok edilecekti, birkaç dakika içinde. Nasıl bir ölümdür bu Tanrım? Ölüm gerçek, kaçınılmaz, tamam ama Tanrı’nın yerine başkasının kararıyla yok edilmenin gerçekliği nedir?

Ve 14 yaşındaki oğul hepimize teslim olmama, ataletimize karşı gelmeye çağırıyor kısa mektubunda:

“Babam suçsuzdu, en azından sizin kadar suçsuzdu. Bu olay her cemaat ferdinin başına gelebilirdi. Gelmesin de inşallah!... Lütfen mevludun (babasının) kalabalık olmasını sağlayın. Bu kalabalık bizim ne derece birlikte olduğumuzu gösterecek. Ve acımız bir nebze hafifleyecek.”

Acının, ateşin sadece düştüğü yeri yaktığını çoktan anladık. Her kim aksini söylüyorsa aldatıyordur sizi. Lâkin, acıyı olmasa da, dağlar kadar hüznü olan insanlarla dayanışma göstermek insanın en küçük bir borcu olmalı insan kardeşine. Kötülüğe karşı yapabileceğimiz yegâne başkaldırı, direnmek ve birlik olmak.

Yoksa, gerçekten bir hiçiz. Yoksa, yüreklerin boşuna çarptığı ‘ölü’ insanlarız.

Yasef Yahya’nın mağdur oğlu hepimizi uyandırmaya, insanlığımızı unutmamaya çağırıyor. İnsan kardeşimize yapılan büyük kötülüğün karşısında bir nebze de olsa dik durmayı öğütlüyor yaralı genç yüreğiyle.

Ona bu insanlık dersi için teşekkür etmek gerek.

Ölümü düşünürken, erken ölümleri yaratanları en azından hüzünlü mağdurlarla dayanışma yoluyla lanetleyelim!

***

60’lı yılların sonunda büyük bir Amerikan Üniversitesi’nin duvarından şöyle bir yazı belirir: “Tanrı öldü. İmza: Nietzsche.”

Ertesi gün görünmez bir el yazıyı şöyle değiştirir: “Nietzsche öldü. İmza: Tanrı”

Tanrı’nın kendisinin yazmış olmasını ne kadar da çok isterdim...

  Beki L. Bahar

Türkiye çok özel bir edebiyat ve kültür insanını yitirdi geçenlerde. Beki L. Bahar, gerek kişiliği, gerekse de ürettiği ve yazdığı edebî eserlerle Türkiye Yahudi toplumunun müstesna isimlerinden biri olarak tarihe geçmiş durumda.

Kişiliği hepimize örnek olsun, kendisi nur içinde yatsın.

Hepimizin başı sağolsun.

Twitter.com/ basyazar