Mimarlık ve yaşama kültürünün entelektüel serüveni ADALAR

İnsanlar kültür yoksunu kaldıkları sürece köksüz de kalırlar. İnsanlar köksüz yaşayamaz, kaybolur gider. Çünkü hepimizin içinde ölüm korkusu ve ona meydan okuma isteği, ölümsüz eserler yaratma tutkusu vardır.

Rubi ASA
3 Ağustos 2011 Çarşamba

Kültür, insanın yaşamak, çoğalmak, gelecek nesillere evrimsel bir boyut kazandırarak bırakmak için ürettiği her şeydir.

Yemek, yazı yazmak, sanat üretmek, konuşmak hepsi kültürün öğeleridir. Kültür, insanın doğaya karşı tepkisinin gerektirdiği her türlü üretimi içerir. Toplumları etkiler, biçimler ve benimsendiği şekilde yaşatır.

Hocam Doğan Kuban; kültürün bir aşı olmadığını söylerdi, “Önce tarih bilinci gerek. Biz tarihimizi bilmiyor, geçmişimizi görmüyor, bıraktığı mirası koruyamıyoruz” derdi.

İnsan, insan içinde insan olur. İnsan, nerede insanlarla yaşamın çeşitliliğinde birlikte olabilir; ancak?

Kentte!

İnsanları birbirleriyle buluşturan, söyleştiren o kenttir... Kent buluşma demektir. Kent paylaşma demektir.

Peki kenti kim yapar? Nasıl kent olur bir yerleşme?

İnsanlar yapar kenti. Ona bir şeyler, kendi çağından, medeniyetinden duygu ve düşüncelerinden, insanlaşma yolunda bir şeyler katabilen insanlar yapar... Kendileri yapar…

Bu işi başkalarına, yaşamayanlarına, görmeyenlerine, o kenti solumayanlarına bıraktı mı, kent onların olur çıkar. Ve Kent olmaz…

Yönetenlerin, kralların, sultanların, despotların örneğin. Kenti, kendimize göre değiştirmenin, kenti bizim ya da bizim gibi yapmanın yollarına girişmekten başka çözümümüz var mı? Bunun için çaba göstermek ve mücadele etmek gerek.

Uygarlık kültürün kaynağıdır. Kültürlerin üst düzeyinde, insana karşı sunulmuş, yaşama saygı üstüne kurulmuş, şiddet içermeyen bir yaratma ve paylaşma sürecini taşır…

Her kültürün bilgesinin, düşünürünün, şairinin, sanatçısının ürettikleri şeylerdir kültürü oluşturan ve insanlığın ortak malı olan.

Günümüzde halen kentleşemediğimiz bir ortamı ve süreci yaşıyoruz. Kent sadece ve mutlaka bir yaşam alanını betimlemez, o alanda yaşanan kültürün gereksindiği yaşam biçimini de oluşturur.

Şehrimiz ya da başka bir değişle ‘kentimiz’, gerek yapısal gerek kültürel alanda inanılmaz bir hızla değişmekte yapay ve güncel bir ortamda yeni ve kendine özgü toplulukları da yaratmaktadır. Hoş, belki de bu yapay ve kültürel kökleri olmayan benzer topluluklardır, kentlere yeniden biçim vermekte ve benimsemek zorunda kalmış olduğumuz.

Adalar, yıllar boyu çok kültürlülüğün kent yaşantısının ya da ‘kentliliğin’ kavramsal değişimi yönündeki tarihi izini sürebileceğimiz prototip örneğini oluşturur.

17. yüzyıl öncesinden bu yana yerleşim alanı olan, 18. yüzyıldan sonra daha bir dışa açılan, Dersaadet’le etkileşmeler yaşayan Adalar yüzyılların değişimlerine açık ve kendi yaşam kültürünü günümüze dek örneklerle taşımıştır. Meşrutiyetlerin, Kurtuluş Savaşı’nın, Dünya

Savaşları’nın, Cumhuriyet’in etkisinde değişen toplumsal yapı, yönetimlerin ortaya koyduğu gereksinimlere paralel kültürel yapıyı da oluşturmuştur. Benimseyelim ya da benimsemeyelim, bu değişimlerin ve benimseyişlerin sonucunda oluşmuş yıllara yayılmış bir kültür yansıması, bir yaşam biçimiydi.

Adalar’da da bu tarihsel sürece, ana kentsel yaşama paralel gelişen biraz daha kozmopolit, biraz daha naif bir süreci gözlemleriz.

Serbestlik, modernite, zenginlik, dönem dönem yıkım, yenilenme ve durgunluk, sonra yeniden yapılanma ve nihayet 70’lerden sonra büyüme dışa açılma, Adalar’daki yaşamın değişimleridir.

Yüzyıllarla süregelen ve biçimlenen bir ‘Adalılık kültür ve yaşam’ birikimini yaşadığımız bu son yıllarla artık yitirmekte olduğumuz inancındayım. İthal ve mesnetsiz bir kültürün, azınlık fakat yüzyıllarca kalıcı değerlerini sindirerek kendi yaşam tarzını oluşturmak istediği bir sürece girmek üzereyiz.

Yenilenme arzusu ve etiketinin, çağdaş görünen ve modernite gibi sunulmasıyla yüzyılların izlerini taşıyan bir kültür birikimine karşıt tutumu, egemen otoritenin koşulsuz dayatmasından başka bir şey değildir. Oysa bu ne o yaşam biçimini oluşturanlara sorulmuştur, ne de nasıl benimseneceği.

Bunun en somut örneği, çıkartma gemileri benzeri motorlarla Adalar’a taşınan günübirlik, uzaydan gelmişçesine etrafı algılamaya çalışarak dolaşan binlerce insan, zeminlere döşenen çevreyle ve doğal yapıyla uyumsuz koca granit bloklar ve Adalar’daki yüzyılların birikimiyle oluşmuş zarif mimarinin estetikten yoksun alışveriş mağazalarına koca koca ilanlarla dönüştürülmesi şeklindedir.

Bizde eksik olan evrensel düşünceye uyumdur. Oysa kapı komşumuz Yunan Adaları’nda, zorunlulukla bile değil bir yaşam standardı ve estetiği olarak korunan özgün yapılar, tek renge boyanmış panjurlu evler, adaların otantik kültürel yansıması olan yaşam ve paylaşım biçimini de beraberinde taşır.

Genelde denir ki; aydınlanma çağını, rönesansı geçirmedik; peki biz de geçirelim, o zaman bundan öteye hazırlık yaparak 50 veya100 sene sonra geçirebiliriz belki. Onlar 1300’lü yıllardan itibaren çalıştılar. Bütün bunlar çalışmak, düşünce üretmek, beceri geliştirmek sayesinde oldu. Ama yanı sıra gerçekten özgür düşünceyle elde ettiler ve ürettiler bu süreci…

Batı kültürünün, sanatının, mimarisinin, felsefesinin temelini, bilimsel bilginin aranışı yönündeki çabalarla özgür düşüncenin evrimi oluşturur.

Bu evrim, yüzlerce yıllık kültürel zenginliklerin yaşam estetiğini yok sayarak ve modernite adına yapay yaşam biçimlerini oluşturarak, zorunlu benimseyişlerle sağlanamaz.

Geçmiş kültürü incelemeden sentezine ulaşmadan atılan her adım sığ sulara balıklama atlamaya benziyor. Ve her atlayışta da kafamızı durmaksızın taşlara vuruyoruz. İnsanlar kültür yoksunu kaldıkları sürece köksüz de kalırlar. İnsanlar köksüz yaşayamaz, kaybolur gider. Çünkü hepimizin içinde ölüm korkusu ve ona meydan okuma isteği, ölümsüz eserler yaratma tutkusu vardır.

Bu tutkunun en güzel örneği, Mısır piramitleri ve inşa edilen ulu mabetler, ibadethanelerdir.

İnsan doğası gereği geleceğe kalıcı bir şeyler bırakmak ister. Her sanat dalında bu çok önemlidir. Mimarlıkta daha da önemlidir.

Yüz yıl sonra bir sanatçı var olabiliyor, eserleri bir yaşam biçimini koruyor insanların mutluluk ve huzurlarına aracılık ediyorsa evrenseldir ve korunmalıdır. Korunurken de salt kendisi değil çevresi yaşantısı ve varlığıyla korunmalıdır. Yüzyıllık bir yapının yanında veya içinde modern bir alışveriş konseptini benimser veya benimsemeyebilirsiniz; bunu kullanma özgürlüğü kişiye özgüdür ama yapının varlığına müdahil olamazsınız.

Mimar Sinan’ın Türbesi Süleymaniye Camii’nin eski Ağalar Kapısı’nın karşı köşesinde, yol ayrımında üçgen bir alandadır. Önde som mermerden yapılmış bir sebil görülür. Sebilin arkasındaki ufak mezarlıkta altı sütunlu, üstü örtülü ve etrafı açık türbede Mimar Sinan’ın mezarı bulunmaktadır. Üçgen alanın birleşim noktasını yapıtlarıyla tezat olabileceğini düşündüğümüz Yunan mimarisinin temel objesi olan bir Korint sütunu ile tamamlar türbeyi Mimar Sinan.

Osmanlı mimarisinin hiçbir tasarımında görünmeyen bu estetik sütun, Sinan’ın mimarlık yaşantısının evrenselliğe dönük bir saygı duruşu niteliğini taşır. Türbesini ölümünden az önce kendisi yapmıştır.

İşte kültür ve kültürel mirasa saygı budur. Günümüzden altı yüzyıl önceden kalmış olsa bile…

Çünkü onun geçirdiği evrimsel süreç ile sonsuza kadar yaşama hakkı vardır. Bu kültürdür. Bunu benimsemek de o coğrafyada yaşıyorsanız vicdani zorunluluğunuzdur.