Fırat’ın Vefası

2011 Gila Kohen Öykü Yarışması’nda Fırat’ın Vefası adlı hikâyesi ile birincilik ödülüne değer görülen şair-yazar Yelda Karataş,  

 

Tuna SAYLAĞ
22 Haziran 2011 Çarşamba

annesi işkence gören kahramanı aracılığıyla, insani her sorun için çarpan duyarlı yüreğini, şiirsel dili ve usta kalemiyle öyküsünün her satırına yansıtıyor.

Yelda Karataş‘Fırat’ın Vefası’nı öyle bir kurgulamış, öylesine romantik bir atmosfer ve elit kahramanlar yaratmış ki, bir işkence öyküsü okuduğunuzu ancak hikâyenin sonlarına doğru farkına varıyorsunuz. Ustaca yaptığı karakter tahlilleri, asıl anlatmak istediğine doğru yol alırken değdiği konular, insanın beyninde yeni bir pencere açıyor.

Son derece misafirperver ve hoşgörülü kişiliğiyle beni Cihangir’deki evinde ağırlayan Karataş’la sohbetimize minik kedisi Sürtük de eşlik etti. 

Bol ödüllü bir edebiyatçısınız; Gila Kohen Öykü Yarışması’na katılmaya nasıl karar verdiniz?

Açıkçası Gila Kohen’e katılma gibi bir derdim yoktu başlangıçta. Bildiğiniz gibi yıllarca şiir yazdım. Türkiye’de hiç bilinmeyen ama oldukça popüler bir tür olan Haiku dalında, beni çok mutlu eden ve bu dalın Nobel’i sayılabilecek uluslararası bir ödülüm var. Sonradan her yazarın başına gelen, “diğer edebi alanlarda ne yapabilirim”le ilgili merak beni de buldu. Zaman içinde kendi edebi ürününüzün estetik ve teknik problemlerini çözdükçe, diğer türleri merak etmeye başlıyor, bu alanlarda yazabilir miyim diye düşünüyorsunuz. Düz yazıyla tanışıklığım neredeyse şiir kadar eski. İlk çalışmalarıma dergi ve internetteki saygın sitelerde yayınlanan denemelerle başladım. Ancak denemenin öykü ve roman gibi bir kurmacası, bir kahraman yaratma derdi yok. İlk olarak ‘Gecenin Sütü’ adlı bir öykü yazıp Hacı Bektaş Veli’ye gönderdim. Bu, deneyimli bir şairin acemi bir öyküsüydü. Orada verdikleri birincilik ödülüne çok sevindim. Sonra ‘tiyatro’ yazayım dedim. Tiyatro zaten benim ilgi alanım, aynı zamanda da çok ciddi bir sinema koliğim. Anne ve babam tiyatro ve sinemaya çok meraklıydılar, dolayısıyla her iki kültürü de çok erken aldım. ‘Vahşi Komedi’ adında bir oyun yazdım. Onunla Mitos Yayınları’nın 2007 başarı ödüllerinden birini aldım. Benim için çok teşvik edici oldu. Bunun üzerine Cezmi Ersöz’ün ‘Şizofren Aşka Mektup’ kitabını oyunlaştırarak Devlet Tiyatroları’na gönderdim. Oy birliğiyle kabul edildi, önümüzdeki mevsim sahnelenme şansı var.

Bunun üzerine tekrar bir roman ya da öykü denemeye karar verdim. 57 yaşındayım; bu ülkenin ağır dönemlerini, 12 Mart ve 12 Eylül’ü gördüm. 60 İhtilalı’nda ilkokuldaydım, 2000 krizini yaşadım yani Türkiye’nin en çalkantılı ve acı dönemlerine şahit olmuş bir insanım. Bu anlamda, her ülkenin tarihinde bu kadar sıkıştırılmış, bu kadar inişli çıkışlı dönemlere çok sık rastlanmaz.

Eğer ben bir yazarsam, edebiyatın öykü ve özellikle roman alanında ciddi bir hesaplaşma yapmam gerekiyor. Roman bana daha kalıcı geldiği için üç ayrı öykü içeren Safran Çiçeği kitabımın ilk öyküsü ‘Fırat’ın Vefası’ ile başladım. Güneydoğulu bir genç kızın işkence görmüş annesi ile olan ilişkisini konu ediyor. Hikâyede ortaya çıkarmaya çalıştığım nokta etnik köken değil, ancak biliyoruz ki Diyarbakır Cezaevi, içinde yaşayanların aktardığı işkence olaylarıyla bu ülkenin tarihine kara bir sayfa olarak geçmiştir. Aslında oraya da açık bir gönderme yoktur öyküde. Öykü yazmak istediğim ve bu gücü kendimde hissettiğim için yazdım. Tabii ki Gila Kohen Jürisi’ne, altı yıldır nasıl ödül verildiğine dikkat ederek, bunu gözlemleyerek yarışmaya girdim. Jüriye ve Gila Kohen adına ödül veren kuruma çok saygı duyduğum için katıldım. Ayrıca kendimi ölçmek ve denemek istedim.

Öyküye isim olan Fırat’ın vefası kime karşı?

Fırat’ın vefası öncelikle annesine ve kendi halkına... Ama aynı zamanda benim de vefam, Fırat’a duyduğum vefa! Bu coğrafyada yaşamış birçok halk, bizim de bu halklara vefa borcumuz var. Bu halkların konuştuğu diller ve kültürel değerleri var. Onları yok saymak yerine, onlarla ne kadar zengin olduğumuzu hissetmek zorundayız. Dolayısıyla ben bir Türk olarak bu vefa borcunu en fazla taşıması gereken insan olduğumu düşünüyorum. Hırant’ları yaşatmak, onlara saygı göstermek yerine, öldürülmelerine seyirci kalmak ve bunun ardına düşmemek benim için gayri insani bir eylem. Hangi halktan olursa olsun faili meçhul, bir ülke için yüzkarası bir durumdur. Bundan herkes sorumludur. Biz nasıl bu topraklarda ayrı dilleri konuşup, aynı gönül ferahlığı, aynı barışçıl duygularla birbirimize sarılmışsak bugün bunun önüne geçmek isteyen herkes benim düşmanımdır ve insani sevgi adına ben bu tavrın karşısına dikilmek zorundayım. Aynı şekilde bir insan işkence görüyorsa, en uzağımız ve en yakınımızdaki eşittir, aynı vefa duygusuyla yaklaşmak gerekir. Bir insan “ben yazarım” diyorsa yaşadığı çağdan sorumludur öncellikle.

Bu ülkenin bütün halkları ve uygarlıkları sevilmeye değer, bütün dilleri ana dildir. Birini diğerine üstün kılmak o insanlara saygısızlıktır diye düşünüyorum, keza kültür alanında da öyle... Hangi halkın olursa olsun kültürel değerleri yok etmeye çalışmak kendini yok etmekle eş değerdir. Teknolojik alanda hızla ilerleyen insanlık aynı başarıyı insani alanda gösteremiyorsa bu bizim utancımızdır, bundan hepimiz sorumluyuz. Bu konuda en fazla acı çekenlerden biriyim. Çünkü kişisel mutluluğun toplumsal mutluluktan ayrılmadığına inanmıyorum ben; bir insanı sevebilmeyi başardığınız zaman mutlusunuz. Haksızlığa uğrayanı korumak, mazlumun yanında olmak ve onunla birlikte sevgi dolu bir dünyanın kapılarına ilerlemek bizim boynumuzun borcu, hayata, insanlığa vefamızdır diye bakıyorum.

Öyküde korkudan söz edilirken Tanrı ile bu duygunun nasıl özdeşleştirildiğine dikkat çekiliyor...

Ben yatılı okulda okudum. Bizi gece dokuzda yatırırlardı. Hepimiz sessizliğe gömülür, su içmeye bile gidemezdik. Çeşme üç kat aşağıdaydı. Herkes çok korkardı, ben de arkadaşlarıma “beni uyandırın birlikte gidelim” derdim. Su içme isteğiniz çok güçlüyse korkunuzu yenmeyi öğreniyorsunuz. Çünkü korku sizin yapmak üzere olduğunuz doğru bir eylemin önüne öğretilmiş bir duygu olarak geçiyor. Eğer bir korkunun kaynağını görürseniz hepsinin öğretilmiş olduğunu da görürsünüz. Bu anlamda ben en çok kendimden ve insani bir yanlış yapmaktan korkuyorum. Bir korkumuz olacaksa bence bu olmalı.

Tanrı var mıdır yok mudur bilemem ama Tanrı ile korkuyu yan yana getirmek ona yapılacak en büyük saygısızlıktır.  Tanrı inancı kişisel ve herkesin kendi içsel sorunudur. Korku sevmeyi engeller diye düşünüyorum. Korktuğunuz bir şeyi tanımaktan da korkarsınız. Tanrı kimsenin görmediği, tanımadığı bir varlık, onun üzerinden konuşmak o kadar kolay ki. Tanrı varsa eğer o aşktır, insan sevgisidir, başka bir şey olamaz. Eğer bizi ondan korkalım diye yeryüzüne göndermişse böyle bir Tanrıyı sevmek çok zor.

Fırat, bir tokada bile karşıyken nasıl oluyor da işkence yapmaya başlıyor, annesinin intikamını almak için bile olsa?

İnsan kendine atılan bir tokada ilk tepkisi, refleks olarak yanıt vermektir. Tabii ki bir tokada bile karşıdır Fırat, felsefe okumuştur. Derdi adama, annesi işkence çekerken ne hissetmişse onu hissettirmek. Ben empati denilen kelimeye çok korkuyla yaklaşıyorum. Empati iki yanı keskin bıçak. Demin konuştuk mesela; ölümle empati yapamıyoruz, onun sadece seyircisiyiz. Ölüm hep başka bir bedende gördüğümüz bir şey, kendimizde görme şansımız yok. İşkence de böyle bir şey. İşkence, uygulayan için hep başka birine yaptığı bir fiil. Ancak kendisine yapılırsa, işkence görenin neler hissettiğini anlama şansı var. Ben işkence görmedim ama işkence görmüş o kadar insan tanıdım ki, ister istemez bir işkence öyküsü yazdım. Bir işkencecinin kurbanında asıl acıttığı şeyin onur, kişilik ve insani değerler olduğunu hissedebilmesi için aynı süreci kendisinin de yaşaması gerek. İnsan bedeni ve ruhu, işkencecinin karşısında tıpkı ölümün karşında olduğu gibi savunmasız.

“....Biz zevk mi alıyoruz yani birinin tırnağını sökerken! Kişisel bir husumetimiz yok ki. Mozart ne derdi bu sözlere bayım? Ya da.....o zenci saksafoncu?” Eğitimli ya da ince zevk sahibi olmak insanı insan yapmıyor sonucunu çıkardım bu ironik cümleden. Peki, nedir insanı insan yapan?

İnsanı insan yapan tarihsel bilince sahip olmasıdır diye düşünüyorum. Hepimiz değişik kültürlerin insanlarıyız. Feodal ya da burjuva değeriyle büyümüş olabiliriz ki, ben insanlık tarihinin kültürünün bir bütün olduğuna inanıyorum, yani bugün sosyalizmi denemiş ülkelerde örneğin Çin’de Beethoven’in plaklarını kırdılar, bence bu da faşizmdir. Çünkü bir kültür bıçakla kesilir gibi bir kenarından kesilip öbürü başlatılamaz, iç içedir. Ama tabii ki burjuva ahlak anlayışı insanlığın düşmanıdır. Bütün ilişkilerin metanın değişim değerine yani paraya indirgendiği bir dünyada Beethoven da hatta Che Guevra da metadır. Tişörtlerin üzerine resimleri yapıştırılacak birer alım satım malzemesidir.

Yani ustanın deyişiyle burjuvazi kendini satacak ipi de satar. O yüzden bize hoş gelen, kapıyı kadınlara açmak, porselen bardaklarda çay içmek, çok sesli müzik dinlemek gibi inceltilmiş zevkleri olması insanı, eğer tarihsel maddeci görüşe sahip değilse ve dünyayı doğru insani bilinçle algılayamıyorsa, merhamet sahibi yapmıyor. Bunun için Tanrı’ya gerek yoktur diye düşünüyorum. Çünkü hayatı böyle kavradığınız zaman en büyük Tanrı’yla karşılaşıyorsunuz: Vicdanınız.

Sanat yapıtları insanın ruhsal dünyasını ve bilincini durulaştırmada, derinleştirmede etkili olmuyor mu; tabii ki oluyor.  Ama bu, o sanat yapıtını nasıl içselleştirdiğinize bağlı. Ayrıca duyarlılıkla duygusallığı karıştırmamak lazım. Kişinin gerçekten neyi sevip sevmediği ya da neye şefkat duyup duymadığını insani bilinçle fark etmek zorunda. Kısaca insanları dış görüntülerine ve etiketlerine göre değerlendirmemek gerekiyor. Bu çelişkiyi göstermeye çalıştım.

Öykü, Fırat’ın işkenceciye birazdan kanlı parmaklarına saldıracak olan fareyi incitmemesini söyleyerek bitiyor; çarpıcı bir son söz...

İncitilmemesi gereken fare çünkü. Farenin bir düşmanlığı yok ona karşı. O sadece kanın kokusuna dayanamadığı için saldırır işkenceciye, içgüdüsel olarak. Oysa işkenceci bilinçle incitendir. İncitme kelimesini bir hayvan için kullanamayız. Hayvan, şimdi ben bunun canını yakayım diye hiçbir canlıya, cansıza yaklaşmaz. O yüzden insan, bu anlamda suçludur. İncitilmemesi gereken işkenceci değil o kötü gördüğü lağım faresidir. Fare ondan daha sevilmeye değerdir.

Çok duyarlı bir insansınız, her sözünüz bunu bana hissettiriyor. Yazılarınız da bundan nasibini alıyor diye düşünüyorum.

Tabii ki, o kadar çok şey çarpıyor ki bana bir başkasına çarpmayan... Örneğin bana vermiş olduğunuz ödül plaketine bakıyorum, oradaki yıldızın bir kuyruğunun asimetrisinin uzatılması bile ruhuma bir şey söylüyor. O herhangi bir ödül değil benim için; üzerinde emek verdiğim bir öykünün karşılığının, hayat adına yeryüzüne bırakılmış birkaç cümlecik olduğunu söyleyen bir armağan o. Camus, “Sanatçı gerçeği kendi hesabına yeniden yaratır” diyor. Hiçbir ressam doğada gördüğünü aynen tuvaline aktarmıyor. Sanatçı yapıtıyla kendi gerçeğini ve onun karşındaki duruşunu ortaya koyuyor. Ama sanatçı önce toplumun insanıdır ve kendi toplumundan kopuk bir gerçekliği dile getiremez. Yaşadığınız her şeyden bir kediden, bir yaprağın düşüşünden, bir röportajdan beslenebilirsiniz. Sanatçı her şeyi anlatır. Her şey şiirseldir onun için. Bir gün herkesin sanatçı olacağı bir toplum olacak, buna inanıyorum; o zaman geldiğinde Tanrı’dan korkulmayacak.

 

Yazmak sizin için sadece mesleğinizin bir gereği değil, bir ihtiyaç öyle değil mi?

Yazmak benim için bir varoluş biçimi, bir kendini tutamama hali. Şimdi Bahtin okuyorum, bir cümlesinde şöyle diyor: “Sanat sanatçının kendini ifade etme biçimi değildir. Kendini var etme, keşfetme biçimidir.” Bunu gerçekten fark ettiğiniz zaman zaten olay süreklilik kazanıyor. Eğer öykü bende süreklilik kazanmayacak bir şey olsaydı, lütfen buna inanın, Gila Kohen’e katılmazdım.